Newport’u Gezelim!

Gezimize başlamadan önce biraz tarihi, ilginç bilgiler için hazır olun! Amerika’nın bayrağında bulunan 50 yıldız, 50 eyaleti; 13 çizgi de, 13 orjinal koloniyi temsil etmektedir. Rhode Island, bayrağın 13 çizgisinden birini temsil eden Amerika’nın en küçük ve en eski eyaletlerinden biridir ve insanlar çoğunlukla New York eyaletinin bir şehri olan Long Island ile karıştırırlar. Eyaletin ortasından okyanus geçtiği ve yeteri kadar köprü bulunmadığı için bir ucundan diğer ucuna gitmek en fazla bir kaç saatinizi alacaktır. Her eyaletin bir lakabı var, Rhode Island’ınki ise “Okyanus Eyaleti” Amerika’nın en popüler turistik ve eski yerlerinden biri olan Newport, Rhode Island’ın güneyinde bir sahil şehridir. Newport’ta yapabileceğiniz en güzel şeylerden biri, uzunluğu 3.5 mil (5.6 km) olan sahil kıyısından geçen “Cliff Walk”ta yürümek olacaktır. Yaklaşık iki saatte bitirebileceğiniz bu yol, tarihi köşk ve malikanelerin yanından geçmektedir. Rhode Island hakkındaki bir diğer ilginç bilgi ise “The Great Gatsby” ve “The Gilded Age” gibi birçok yapımın, Rhode Island’daki bu malikanelerde çekilmiş olmasıdır. Bu malikanelerin en meşhurlarından biri: The Breakers. Hala gidemedim, o yüzden paranıza değip değmediği konusunda bir fikir belirtemeyeceğim maalesef. Ama gitmeyi çok istediğimi de ve yapılacaklar listemde olduğunu söylemek isterim. Giriş ücreti, 6-12 yaş arası çocuklar için 10$ iken, 12 yaşının üstündekiler için 29$’dır. Evet, kulağa biraz pahalı geliyor ama bir daha ne zaman 1895’te inşa edilmiş ve hala eskisi gibi şatafatını korumuş bir malikaneye gitme fırsatı bulabileceksiniz ki? Eğer Rhode Island’da bir tanıdığınız varsa, kütüphaneden kuponlu bilet alıp yarı fiyatına bu görkemli köşkleri gezebilirsiniz! Cliff Walk’tan ayrılmadan önce, eğer bir Taylor Swift fanıysanız, Cliff Walk’ta yürürken onun evine dikkat etmeyi unutmayın! Size bir tane restoran önerisi vereceğim. Çok fazla dışarıda yiyen birisi değilim, o yüzden çok karşılaştırma yapamayacağım maalesef ama ben yediklerimi beğendim ve fiyatları normaldi, özellikle turistik bir mekan olduğunu düşününce. Crown Chicken & Kabab Evet, Newport gibi asil ve elit bir yerde bile olsak kebap her zaman canımız, ciğerimiz. Ama ben çizburger ve patates kızartması söyledim, ters köşe beklemiyordunuz değil mi! Normalde soslu hamburger sevmem, sipariş verirken istemediğimi hep belirtirim ama bu sefer söylemeyi unuttum. Yine de çok güzeldi, bence çizburgerini deneyebilirsiniz. Siz de soslu sevmiyorsanız, yine de belirtmeyi unutmayın! Yemeğinizi alıp deniz kenarında piknik yapmaya gidebilirsiniz, biz öyle yapmayı tercih ettik ve bundan çok keyif aldık. Babam deniz kenarındaki taşları sektirirken ben de özendim ve denedim. (Babam çok güzel taş sektirir, bir seferde 8-10 tane sektirmişliği vardır.) Ama ben maksimum iki-üç tane yapabildim. Tabii ki bütün suç dalgadaydı. Son olarak, Newport’a gelmişken bir de International Tennis Hall of Fame’i görmeden gitmek olmaz. Buraya, Newport’a, bir önceki gelişimde arkadaşımla uğramıştım ve çok eğlenmiştik. Hem bir müze gibi eski zamanlardaki tenis kıyafetlerini, toplarını, sopalarını görebiliyorsunuz hem de eğlenceli aktivitelerle tenis tarihini öğrenip genel kültürünüzü geliştirebiliyorsunuz. Bizim favorimiz tenis maçı seslendirmekti. Ekranda söylemeniz gerekenler yazıyor ve siz sanki maçı sunuyormuşçasına heyecanlı bir tonda ekrandaki yazıları okuyorsunuz. Biz bunu yaparken kendimizi videoya çekiyorduk ama o kadar çok güldük ki doğru düzgün okuyamadık. Seslendirme birkaç dakika sürüyor ve kaydediliyor, daha sonra sizin e-posta adresinize o kaydı gönderiyorlar. Ses kaydını ve videoları tekrar izlerken daha da çok güldük. Kesinlikle denemeniz lazım! Tam çıkarken boş bir oda gördük ama ne olduğunu anlayamadık. Çıkıştaki güvenlikçi amca bize hologram görüp görmediğimizi sordu; meğer siz o odanın içine girdiğinizde karşınızda meşhur bir tenis oyuncusu beliriyormuş ve size tenis tarihini anlatıyormuş! Veee, şimdilik bu kadar! Newport’ta yapılacak o kadar çok şey var ki, belki de bu yazının ikinci bölümünü kaleme alırım! Umarım o zamana kadar Breakers’a gitmiş olurum…
Whiplash

GENEL TANITIM 2014 yapımı bu muhteşem eser, Damien Chazelle tarafından yazılıp yönetilmiştir. Kendisi aynı zamanda “La La Land” filminin yönetmenliğini de yapmıştır. Chazelle, filmi Princeton Lisesi stüdyo grubunda yaşadığı anılarından esinlenerek yazmıştır. Filmin bolca drama ve gerilim ile ilgi çeken hikayesinin yanı sıra, muhteşem performanslarıyla gözleri ekrana kilitleyen iki oyuncusundan bahsetmeden geçemeyiz. Ana karakteri canlandıran Miles Teller ve öğretmen rolünü üstlenen J.K. Simmons, bu filmde tartışmasız çok kaliteli bir dram performansı sergilemişlerdir. Öyle ki, J.K Simmons, Whiplash filminde rol aldıktan sonra Oscar En İyi Yardımcı Oyuncu ödülünü kazanmıştır. Film, izleyiciler tarafından büyük önem taşıyan IMDb puanlamasında da 8.5 puan almıştır. MÜZİK Whiplash’ in film müzigi, Varèse Sarabande’nin Whiplash adlı albümünden geliyor. 7 Ekim 2014’te yayinlanan album, üç bölüme ayrılmış orijinal caz parçaları, arka plan kısımları ve klasik caz standartlarından oluşan 24 parça içeriyor. Stan Getz ve Duke Ellington gibi bir çok sanatçı albümde yer alıyor. İlginç bir detay ise, Miles Teller’in baş karakteri Andrew’un davul çalma sahnelerine kendisinin hayat vermesi! PRODÜKSİYON Peki, nasıl oldu da bu film yapıldı? Sonuçta Hollywood, gerilim yüklü, orkestra odasını savaş alanı olarak kullanan caz filmlerini desteklemesiyle tanınmıyor. Damien Chazelle‘in senaryosu da tam altı ay boyunca çeşitli yapımcılar arasında dolaştı. Taa ki, “Juno” filminin yönetmeni Jason Reitman’ın ilgisini çekene kadar. Ancak bu noktada sorunlar bitmedi. Uzun metrajlı bir filmi finanse etmek ciddi bir destek gerektiriyordu. Daha önce adı duyulmamış genç bir yönetmen olan Chazelle ve ilginç senaryosu için bu zor bir görevdi. Jason Reitman, finansörlerle “bir ucundan tattırmayı” teklif ederek bu finansal soruna çözüm bulmaya çalıştı ve 2013 Sundance Film Festivali’nde 18 dakikalık bir kısa film olarak Whiplash yayınlandı. Festivalden sonra Bold Films adlı şirket, filme 3.3 milyon dolarlık bir bütçe sağladı ve çekimlere başlandı. Jason Reitman ile uzun süredir çalışan J.K. Simmons, kısa filmdeki rolüne devam etmeyi kabul etti; ancak Damien Chazelle, Andrew rolünü Miles Teller‘a teklif etti. Zaten kısa filmde de Teller’ın oynamasını istemişti, ancak o zamanlar Uyumsuz serisiyle meşgul olan Teller, kadroya dahil olamamıştı. Filmin yapım süreci de bir hayli ilginç. Prodüksiyon en erken 2014 Sundance’den iki ay önce başlayabildi ve festivalin önemi nedeniyle Chazelle, filmi festivale kadar bitirmek istiyordu. 19 günlük çekim süresince Chazelle, 150 tane hikaye taslağı çizdi, her gün 18 saat boyunca çekimler devam etti. Hatta bir gün Chazelle, arabasını hurdaya çeviren ve kendisini de hastaneye kaldıran bir kaza geçirdi ama hemen ertesi gün sete geri döndü. Chazelle için, Andrew gibi bu iş için kanını, terini dökmüş diyebiliriz. Filmin prodüksiyon sonrasına da bakmakta fayda var çünkü film “En İyi Kurgu” dalında bir Oscar ödülü kazandı. Chazelle, filmin kurgusu için “Aramızda bir şaka vardı: filmin Fletcher kesmiş gibi olsun istedik.” demiştir. Görünüşe göre bu arzularına ulaşmışlar: hem sıkışık bir süre içindeki dakik çalışmaları, hem de final halinin gericiliğine rağmen film tam da Fletcher’ın elinden çıkmış gibi! Bu yoğun süreç mutlu bir şekilde sona erdi: Sony tarafından dağıtım hakları satın alınan film, yıl sonunda gösterime girdi ve sonrasında üç adet Oscar ödülüne layık görüldü. Neden Bu Filmi İzlemeliyiz? “Ben sana çalmaya başla dedim mi? Neden çalmayı bıraktın dedim.” Gençsiniz… Henüz 19 yaşındasınız… Hayatınızın en heyecanlı ve hareketli zamanları ve ileride olmak istediğiniz büyük kişi, gençliğinizde yaptığınız seçimlere bağlı. Bir gece yine bütün gayretinizle hayatınızın tutkusu olan bateriyi büyük bir hırsla çalıyorsunuz. Ve gittiğiniz o “ülkenin en iyi müzik okulu” olarak bilinen yerin en saygıdeğer hocası karşınıza çıkıyor. Şaşkınlıktan donup kalıyorsunuz ve tüm odayı bateri yerine sessizlik kaplıyor. Size “Neden çalmayı bıraktın?” diye sorduğunda ümitlenip tekrar çalmaya başlıyorsunuz. Karşınızdaki büyük müzisyen bu sefer de, “Ben sana çalmaya başla dedim mi?” diye soruyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Filmin başlarında Fletcher, Andrew’u üç kez ümitlendirip, üç kere hayal kırıklığına uğratıyor ve bu filmin geri kalanını seyircilere bir nevi haberdar ediyor. Ancak bu bir film ve daha filmin başındayız. Hepimiz Fletcher’ın geri gelip Andrew’a bir şans daha vereceğini biliyoruz. İçten içe, çoğu filmin ortak teması olan öğretmen-öğrenci ilişkisini göreceğimiz hayaliyle filmi izliyoruz. “Bütün kabalığı, ona değer vermesinden ve potansiyelini keşfetmesini istemesinden” diye düşünüyoruz belki de… Bu noktada, üç tane küçük (ama kişiye göre büyük olabilecek) detayı paylaşmak isterim: İngilizce’de büyük İ harfinde nokta olmamasına rağmen (I), nota kağıdında WHİPLASH olarak yazılıyor. Filmin sonunda Andrew bateri çalarken, zilin üstünde ‘İstanbul’ yazdığını görüyoruz. Başrol oyuncumuz Miles Teller, bateri çalma sahnelerini dublör kullanmadan bizzat kendisi çalıyor. Bando üyelerinin enstrümanlarını çalmak için tek bir el hareketini beklediği Fletcher, dört tane hayat dersini bizlere sunuyor: “Bu arada, akordu bozuk olan Metz değildi. Sendin, Ericson. Ama o bilmiyordu. Bu da yeterince kötü.” – Kendine güven. Biri burnunun dibinde gelip bağırıyor diye doğru olduğunu düşündüğün şeyden vazgeçme. Tabii ki, bunu yapabilmen için önce yaptığın şeyin doğruluğundan emin olman lazım. “Şeflik için orada değildim. Herhangi bir moron’da kollarını sallayıp tempoyu idare edebilir. İnsanlara sınırlarını zorlamak için oradaydım.” – Elmaslar basınç altında oluşur. Bu basınç her zaman insanlar tempoyu tutturamadı diye kafalarına sandalye fırlatmak olmasa bile, karşımıza çıkan zorluklarla baş etmeyi bilmeli ve kolay kolay pes etmemeliyiz. “Dilimizde ‘aferinden’ daha tehlikeli bir kelime kesinlikle bulamazsın.” – İnsan sınırları zorlanmadıkça kolaya kaçar, azla yetinir. Ama her zaman kendini daha çok geliştirmeyi bilmelidir. Tabii, başrolümüzün de sorduğu gibi: “Bunun bir sınırı yok mu?” “Sen beni salak mı sandın? Biliyorum bu sendin.” – Aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeyin. İlk defa geçtiğiniz bir yoldaki çukuru farketmeyip düşerseniz, kimse sizi suçlayamaz. Ama bu hatayı tekrar tekrar yapmamalısınız. Fletcher, La Fonten Masallarındaki yılanlar ve akrepler gibi, sahne dışındayken güzel sözleriyle başrolümüzü kandırıyor; sahneye çıktıkları anda zehrini salgılayıp adamı küçük duruma düşürüyor. Andrew da ünlü olma ve dünyada bir fark yaratma arzusuyla, bu akrebin zehrine her fırsatta farketmeden kolunu açıyor. Ancak kendine güvendiği ve hayallerinden emin olduğu için, Andrew sahneyi Fletcher’a bırakmayıp geri dönerek bu sefer de Andrew bize bir hayat dersi veriyor: Kimsenin size ne yapabileceğinizi veya yapamayacağını söylemesine izin vermeyin. Aksi takdirde hiçbir yere gelemezsiniz. Bizim Gözümüzden Film Yorumu! Dilara ★★★★☆ Film çok akıcı ve heyecan doluydu. Andrew’un bateriyi çalmaya çalışmasını izlerken ben hırslandım. Ama sonunu beğenmedim dostlar… Bize bir sürü hayat dersi vermiş olsa da, Fletcher’ın yaptığı o kadar şeyden sonra ne bir kariyere sahip olmayı, ne de sahnede mutlu olmayı hak ettiğini düşünüyorum. Ne yalan söyleyeyim, Andrew zili alıp bir yerine saplayacak sanmıştım. Peki, sizce bir işte muhteşem olmak için kendinizi dış dünyaya kapatmanız mı lazım? Aileniz ve arkadaşlarınız size destek mi olur köstek mi? Hayatta hiçbir şey
Türün Öncüleri: Tupac Shakur

Tupac Shakur Kimdi? Amerikalı müzisyen ve aktör Tupac Shakur, 1990’lı yıllarda “gangsta rap” tarzıyla tanınır hale geldi ve vefatından sonra bu onurlu mücadelenin simgesi oldu. Tüm zamanların en çok satan sanatçılarından biri olan Shakur, şimdiye kadar 75 milyon albüm sattı. Tupac hassas, yetenekli ve sorunları olan bir adamdı. 7 Eylül 1996’da Las Vegas’ta arabasında vurulduktan altı gün sonra hayata gözlerini yumdu. Suikasti gerçekleştiren katil hiçbir zaman bulunamadı. Tupac, birçok Afrikan-Amerikan’in karşılaştığı mücadeleleri ve adaletsizlikleri ifade etme misyonuyla başkaldıran bir birey olarak yola çıktı. Tupac’in bu isyankar yönü, onu kendi nesli için olduğu kadar eşitlik adına mücadele eden sonraki nesiller için de bir sembol haline getirdi. Hayattaki en büyük mücadelesi kendisiyleydi. Kader onu gangsta rap‘in nihilizmine ve “Death Row Records” kralı Suge Knight’ın kötü şöhretli pençelerine sürükledikçe, Shakur’un işi ile hayatı arasındaki çizgiler giderek daha fazla bulanıklaştı. Erken Hayatı Tupac, 16 Haziran 1971’de Harlem, New York’ta doğdu. Annesi Afeni, iki çocuğuna tek başına bakarken ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Çoğu zaman bu aile, geçici barınaklarda ikamet etmek zorunda kalıyordu. Daha sonra, ailecek Baltimore’a taşınmaya karar verdiler. Burada Tupac, “Kendimi en özgür hissettiğim yer” olarak bahsettiği prestijli Baltimore Sanat Okulu’na kaydoldu. Tupac’ın Ailesi Tupac’ın annesi Alice Faye Williams, liseden terk ve Kuzey Karolina’lı bir hizmetçinin kızıydı. 1970 yılında, ırksal bir çatışma yaratmayı planlama suçlamasıyla kefaletle serbest bırakıldığında, Tupac’a hamile kaldı. Ertesi yıl mahkemede, daha sonra oğlunun miras alacağı hitabet yeteneğini sergileyerek kendini etkili bir şekilde savunduktan sonra temize çıkarıldı. Alice Faye Williams, Kara Panter Partisi’nde aktif rol aldıktan sonra adını Afeni Shakur olarak değiştirdi. Afeni, Mayıs 2016’da 69 yaşında vefat etti. Tupac’ın babası Billy Garland da Kara Panter Partisi’nin bir üyesiydi. Tupac daha beş yaşındayken, eşi Afeni ile bağlantısını kopardı. Rapçi, 23 yaşına gelene kadar babasını bir daha görmeyecekti. 1996’da Vibe dergisi için Kevin Powell ile yaptığı röportajda, “Tüm hayatım boyunca babamın ölü olduğunu düşündüm.” dedi. “Bana ip atlamayı öğretecek bir babaya ihtiyacım olduğunu hissediyordum ve bende yoktu.” Tupac’tan iki yıl sonra Afeni, Sekiya adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ancak Sekiya’nın babası Mutulu Shakur da onları terk edecekti. Jada Pinkett Smith ve Tupac’ın ArkadaşlığıTupac, genç bir aktris olan Jada Pinkett-Smith ile ilk kez Maryland’deki Baltimore Sanat Okulu’nda karşılaştı. Sonrasında Jada, Tupac’ın “Strictly 4 My Niggaz” müzik videosunda rol aldı. 2017 de vizyona giren Tupac filmi ‘All Eyez on Me’de, Pinkett-Smith de bir karakter olarak yer aldı. Verdiği bir röportajda, Tupac ile ilk tanıştığında bir uyuşturucu satıcısı olduğundan bahseden Jada, daha sonra muhabirlere filmin ilişkilerini “çok incitici” olarak “yeniden tasavvur” ettiğini düşündüğünü açıkladı. “Ah, bu sevimli kıza sahipsin ve bu havalı adama sahipsin, onlar bu işin içinde olmalılar – hayır, bu hiç de öyle değildi. Bu hayatta kalmakla ilgiliydi; aramızdaki şey her zaman hayatta kalmakla ilgiliydi.” dedi. Kaliforniya’ya Taşınmak ve Şöhrete YükselmekTupac’ın ailesi, suçla dolu Baltimore mahallesinden ayrıldıktan sonra, Kaliforniya’nin Marin şehrine taşındı. Robert Sam Anison’ın, 1997’de Vanity Fair için Tupac hakkında yazdığı ve ölümünden sonra yayınlanacak olan kapsamlı makalesine göre, “burası ortalama küçük bir gettoydu”. Afeni, Marin’de kokain bağımlılığından vazgeçti; fakat Tupac, annesinin uyuşturucu satın aldığı aynı sokaklarda narkotik satmaya devam edecekti. Tupac, hip hop tutkusu nedeniyle (en azından bir süre) suç dolu bir hayattan uzak durdu. 1989 baharında 17 yaşındayken bir parkta yaşlı ve beyaz bir kadın olan Leila Steinberg ile tanıştı. Winnie Mandela hakkında konuşmaya başladılar. Steinberg’in daha sonra anlatacağı gibi Mandela, “yelpaze gibi kirpikleri, taşan karizması ve cok bulaşıcı bir kahkahası” olan genç bir adamdı. Tanıştıklarında, Tupac takıntılı bir şekilde şiir yazıyordu ve müzik endüstrisi deneyimi olmayan Steinberg’i menajeri olmaya ikna etti. Sonunda Steinberg, Tupac’ı müzik menajeri Atron Gregory ile tanıştırdı. Ardindan ona, 1990’da hip hop grubu ‘Digital Underground’ için roadie ve dansçı olarak çalışacağı bir iş buldu. Kısa süre sonra Tupac, 1991’de aldığı Dan Aykroyd komedisi “Nothing but Trouble”ın müziklerini kullanan, “Same Song” adli kayıt ile çıkış yaptı. Aynı yılın Ekim ayında Tupac, Digital Underground’ın “Sons of the P” albümünde de yer aldı. Grubun menajeri olarak Steinberg’in yerini alan Gregory, “Interscope Records” ile Tupac için bir kayıt sözleşmesi imzaladı. Anlaşmanın ardından, Sons of the P’den bir ay sonra, Tupac’ın ilk solo albümü olacak olan “2Pacalypse Now” yayınlandı. Tupac sık sık yanlış anlaşıldığından şikayet ederdi. Verdiği bir röportajında Gazeteci Chuck Phillips’e “Hayattaki her şey çok güzel değil” dedi. “Bir sürü cinayet ve uyuşturucu var. Bana göre mükemmel bir albüm zor, eğlenceli ve sevecen şeylerden bahseder. … Beni rahatsız eden şey, yazdığım pek çok hassas şeyin fark edilmeden gitmesi” diye ekledi.
Ağustos Kütüphanesi

İstanbul Hatırası Ahmet Ümit Polisiye Roman, Tarih “Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek!” İstanbul’un tarihini öğretirken aynı zamanda peş peşe olan yedi cinayetin çözümünü ele alan bir Başkomiser Nevzat kitabı. İstanbul’un çeşit çeşit insanını bir araya getirerek zengin bir hikaye ortaya çıkaran bu roman, Atatürk heykelinin altında, elinde eski bir madeni para bulunan bir cesedin ortaya çıkmasıyla başlar. İstanbul tarihinde önemli yerlere sahip olan kral veya hükümdarların en önemli eserlerinin yakınlarına bırakılan her bir cesedin elleri, bir sonraki cesedin yerini gösteren bir ok şeklinde bağlanmıştır ve avuçlarında o kral veya hükümdara ait bir sikke bulunur. İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in ilk okuduğum ve en çok sevdiğim kitabıydı. Tabii ki sonunu söylemeyeceğim; ama gerçekten herkesten şüphelenmiştim, sadece bu sonu düşünmemiştim. Bu sene Batı Medeniyetleri Tarihi dersi aldım ve profesörümün öğrettiği her şey çok tanıdık geliyordu. Önce neden olduğunu anlamadım ama sonra kitabı hatırladım. Tarih dersinde öğrendiğimiz her şey aklımızda kalmaz, çünkü hocalar çoğu zaman konuların üzerinde gerektiği kadar durmazlar. Ama tarihi böyle kitaplardan, eğlenceli ve gizemli bir şekilde öğrendiğimiz zaman daha çok aklımızda kalır. Bu kitap da öyleydi. Çok uzun zamandır görmediğim, özlediğim, doğduğum şehirde böyle bir gezintiye çıkmak çok özel ve güzeldi. “Çünkü bizim düşmanımız kötü insanlar değildir, kötülüktür. Bizim düşmanımız zulmeden insanlar değildir, zulümdür. Ve zulümden beslenen bir inanç bize uzaktır, terstir, haramdır.” Rüzgarlı Pazar Mustafa Kutlu Öykü/Hikaye “İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. Hazirana yakın, Mayıs’ın bilmem kaçı. İğde nerede? Otoların geçtiği köprü ile, yayaların yürüdüğü üst geçit arasında. Orayı ağaçlandırmışlar. Çitlembik, mazı, erguvan, akasya, hatmi ve tanımadığım bir sürü ağaç. Yahu gözünü sevdiğimin iğdesi, sen oraya nasıl geldin? Bir kuşun gagasında mı; yoksa bir yandan yürüyüp öte yandan iğde yiyen, çekirdeklerini sağa sola atan, elleri cebinde, başı havalarda bir bozkır çocuğunun eseri misin?” İstanbul’da bir üst geçitte, birbirinden renkli hayatlara sahip seyyar satıcıların hikayesini anlatır Rüzgarlı Pazar. Babası Recep Efendi’nin rahatsızlıklarından bir tezgahta balonculuk yapan on-onbir yaşlarındaki Duran’dan tutun, gizli gizli kumara para yatırdı diye kocasını da, kocasının peşine düşen kumarbazları da döven eli maşalı ağzı bozuk Çiçekçi Cemile’ye; henüz hacca gidemese de kıyafetlerinden dolayı herkesin “Hacı” diye seslendiği adamotu satan adamdan, modaya uygun ucuz şapkalar satan Şapkacı Bacı’ya kadar Anadolu’nun her yerinden her çeşit insan vardır bu üst geçitte. Burada bir de Duran’ın yardım ettiği, gözleri görmeyen Nimet vardır. Şapkacı Bacı, bu genç kızın üst geçitte bir tezgah açmasına yardım etmiştir ve ona sahip çıkmaktadır. Herkesten bahsetmişken, çok büyük hayırlara vesile olacak Doktor’dan bahsetmezsek olmaz. Bu evsiz adam, işsizdir, dilenci değildir ama ne hikmetse çok parası var gibidir. Rüzgarlı Pazar, cepleri boş ama yürekleri dolu insanların hikayelerini anlatır. İçinde hüznü de, mutluluğu da, ölümü de, düğünü de barındıran bu kitap, elinizde çayınız veya kahvenizle güneşli bir günde huzurlu bir zaman geçirmek için ideal. Kaç sene oldu okuyalı ama ben de içimden “Tekrar mı okusam?” diye geçirmedim değil… Mustafa Kutlu’nun ilk okuduğum kitaplarından biriydi ve o kadar çok hoşuma gitmişti ki, gidip 5-10 tane daha kitabını almıştım. İlerde o kitaplardan bazılarını da kütüphanemizde görebilirsiniz. “Söz bitiyor bazen. Sözün gücü, derde derman olmaya yetmiyor demek.” Yetim Koleksiyoncusu (The Orphan Collector) Ellen Marie Wiseman Tarihi Roman “Pencereyi kapatıp huzur veren kokuları içeride, şehirde olup biten her şeyi de dışarıda bırakmak istiyordu.” İspanyol gribi, 1918-1919 yılları arasında dünyanın üçte birini öldüren ölümcül bir salgındı. Pia, 13 yaşında bir çocuk olmasına rağmen bu korkunç cehennemin ortasında savaş, influenza, ırkçılık ve yalnızlıkla boğuşurken aslında küçük bedenine kıyasla ne kadar cesaretli ve güçlü olduğunu kanıtlıyor bize. İnsan defalarca düşmesine rağmen yine de ayağa kalkabilir mi? Eğer bir amaç için yaşıyorsa, evet kalkabilir, kalkmalı. Ailesiyle birlikte Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş ve bütün ailesini birbirinden korkunç bir şekilde kaybetmiş olan romanımızın kahramanı, diğer insanlarda olmayan bir özelliğe sahip. Öbür yandan oğlunu influenzaya kaybetmiş komşusu Bernice, Pia evde değilken, evlerini karıştırarak hikayenin seyrini tamamen değiştirecek işlere kalkışmaktadır. Ama Bernice’ın anlamadığı şey şu ki; acı, ırk veya din ayırt etmez. O kadar optimistik bir insanım ki, kitabın başlığını ilk gördüğüm zaman ana karakterin yetimleri korumak için topladığını sanmıştım. Sinirlerim bozulmuştu, yetimleri çalan bir kadının hikayesini okumayı beklemiyordum. Ne zaman ne olacağı belli olmayan, okurken diken üstünde tutan bir kitaptı. Tarihi romanlar çok hoşuma gider çünkü kurgu bile olsa bir olayla ilgili bir hikaye duyduğunuz veya okuduğunuz zaman, o olayı hatırlama ihtimaliniz artar. Şunu da eklemek istiyorum: kitap güzel bitti çok şükür. Güzel bitmesini o kadar bekledikten sonra eğer kötü bitseydi, sinir krizi geçirip kitabı camdan fırlatabilirdim ama yine de tavsiye ederdim. “Sarılmak, hiçbir şeye mal olmayan küçücük bir iyilikti…”
Nar Ağacı

NAR AĞACI Kitap Özeti Şehirler ve zamanlar arasında geçen bu duygu dolu serüveni, Nazan Bekiroğlu kendi ağzından, muhacir dedesinin I. Dünya Savaşı sırasındaki macerasını kaleme alıyor. Anlatıcı, masasından kalkmadan, çayı soğumadan, büyükannesi Zehra ve dedesi Setterhan’ın fotoğrafına baktıkça geçmişte bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk onu, Balkan Harbi’inden 1. Dünya Savaşı’na, Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul arası bir sefere çıkarıyor. Bekiroğlu’nun “ilk defa bütünüyle bana ait bir roman. Bu romana müteşekkirim,” diye bahsettiği Nar Ağacı, üç ülke ve üç sevdayı kaleme alıyor. “Bir arkadaşımın söylediği gibi belki gerçekten böyle olmuştur. Ben olup bitenleri hatırlamışımdır. Buna da inanmak istiyorum” diyor yazar bir röportajında. Biyografi Nazan Bekiroğlu, 3 Mayıs 1957’de Trabzon’da doğmuştur. Lisenin sonuna kadar Trabzon’da okuduktan sonra 1979’da Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiştir. Dört yıl lise öğretmenliği yaptıktan sonra 1985’te KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girmiştir. 1987’de Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını Orhan Okay’ın yönetiminde tamamlamıştır ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. 1995’te Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent olmuştur. 1998′den itibaren aynı fakültedeki Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu, 4 Mayıs 2001′de profesör olmuştur. İnceleme “Yazıya düşen hiçbir şey ateşini olduğu gibi yansıtmıyor, her şey yazıya dönüşürken munisleşiyor.” Düşüşün etkili bir değişime dönüşebileceğini deneyimleyen Setterhan, İran’ın en önemli halı tüccarlarından Mirza Han’ın oğlu ile birlikte imkansızın da ötesinde bir hayat yolculuğuna yelken açıyor. Yiğit, mert ve dürüst olan Settarhan, dükkanlarında halı dokuyan Azam’a meftun olur. Gözlerine her baktığında kendinden geçişi ve ne yaparsa yapsin kara sevdasını ne kelimelerle ne de herhangi bir şeyle ifade edememesi onu farklı dünyalara sürükler. Sevdasının mutlak bir kurtarıcı olmasını umduğu ama aniden ticaret için kervan yolculuğuna çıkıp mahbubundan ayrılan Setterhan, her ateşin etrafını aydınlatamayacağını, ancak sevda ateşinde kavrulduğunda güneşlerin doğacağını anlar. “Dünya bir ırmaktı, biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi.” Balkan Harbi’nde bütün dünyası değişen ve alt üst olan Zehra, büyük annesi, köpeği ve komşusunun çocukları ile yola çıkar. Çocukluğunu, gençliğini, Trabzon’un denizini ve fırtınasını arkasında bırakır. Çıktıkları bu bilinmez yolda bir çok anı ve hikayeyle karşılaşırlar. Zehra, her geçtiği yolda farklı ırmakların ve denizlerin havasını solur. Kaçış ve sığınışlarının her birinin ardından bir ümitsizlik ve çaresizlik kaplar içini. Oysa ki, atlattığı her fırtına, elinde tutmaya çalıştığı kader iplerini şekillendirip, güzelleştirerek onun hiç ummadığı anda kendisine sunar. Savaş, kendisini denizler ötesinde olan biriyle buluşturur. “Gör beni.” Kitabin sonlarında, her iki ana karakter baktıkları dünya ve görecekleri dünya ile karşı karşıya gelirler. Hikaye, birinin aşk yolculuğunda altüst olan hayatı, diğerinin ise savaşın dehşeti ile kaçıp bilinmez bir hayata açılması ile başlar. Yazgılarının kendi ellerinde olduğunu zannederler ama o yazgıların arkasında göremedikleri başka bir şey vardır. Korkuyu, aşkı, belirsizliği, ümitsizliği ve ihaneti barındıran hikaye aslında şunu özetler: “Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?” Evet. Bizler aslında bir tek bize verileni görebiliyoruz. Oysa ki, çoğu zaman gördüklerimiz bizim kendi penceremizde saklı. Sanırım pencerelerimizi açmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Öyle işte…Sadece…Öyle…

Ve bir damla gözyaşı düştü sol gözümden. Şehir efsanesi de olsa, geliyor öyle bilgiler arada insanın aklına. Genellikle de en olmadık anlarda. Şimdilerde aklıma gelen soruların bir de cevaplarını bilsem, ne güzel olurdu. Mesela, insan boğulur muydu hiç suskunluğunda? Avaz avaz susuşları yakar mıydı canını? Elinde cam kırılsa, düşen o göz yaşları, içinde can kırılınca mı kuruyordu yoksa? İnsanız sonuçta, düşeriz, şaşarız, aldanırız. Yapmam der yine de yaparız. Verdiğimiz sözleri unutur, en olmadık konularda inat ederiz. En büyük zararı yine kendimize verir, faturayı en çok kendimize keseriz itinayla. Aynı hatanın üzerinden birkaç kere geçmeden anlamayız mesela. Durumuz durağımız olmaz. Kısacası, tahterevallimiz dengede kalamaz. Ama an gelir, küçücük bir yer açılır, o zaman perdesinde. Gerçekler sızınca o boşluktan ve çarpınca yüzümüze, irkiliriz ya hani… Tam o noktadayım işte. İçimin, dolduklarını taşırma arzusuna engel olduğum her defasında, artan bir şiddetle geri gelen o isteğin, şimdi göğsümün kafesini kırarak açışının, içimden kaçışının eşiğindeyim. Burası korkunç, burası yalnız, burası ıssız. Ama burası en çok da sensiz. Ben her şeyle savaşırım. En çok kendimden kaçıp kendime küsen ben, kendimle bile yüzleşirim. Ama sonuncusu olmaz. O zor. Onu yapamam. Gücüm yetmez ki benim. Senin varlığın demek, sırtımı yaslayacağım bir söğüt ağacımın olması demek. Gölgesinin yetmesi demek. Yere sağlam basmam demek. Dik durmam ve ileri bakmam demek. O güveni, damarlarımda akan kanda hissetmem demek. Ruhumun esenliğe kavuşması demek. Auramın beyazdan mora, pembenin sekiz tonuna bulanması demek. Yani, anlatamadığım ama beni ben yapan tüm yapı taşlarım, değerlerim, özüm demek. Nasıl yapayım ben sensiz? Nasıl geçeyim o kapının eşiğinden? Burası araf, burası soğuk, burası alacakaranlık. Ne kalabilirim ne gidebilirim. Kıymetini bilmediğim her anı gözümün önünden geçerken bir film gibi, bir çengel takıyor zihnime ve bırakıyor kendini bilincimin derinliklerine. Hasretle yoğruluyorum ama şekil almıyor, bir çamur yığıntısı olarak kalıyorum. Yolu yarılamışım ama yarıda kalmışım. Daha yarımmışım. Ya da başladığım yerden bir arpa boyu yol almamışım. Bir dönme dolabın en tepesinde bir buhrandayım. Ne aşağıdan alabiliyorum gözümü ne manzaraya doyabiliyorum. Kaçıncı turumu tamamladım kim bilir. Ama bana sorarsan, bence binmedim bile daha o dönme dolaba, oturmadım o sallanan küçük kutuya, tutmadım o demirleri henüz sıkıca. Hani olur ya bazen, günlerce durmamışsın, çok yorulmuşsun gibi hissedersin, ama tek yaptığın içine dönmektir. Sürekli ertelediğine bir kulak vermektir. Belki yine de bir cevabı olurdu kafamı istila eden bunca sorunun, eğer durduğum durağın kapıları sensizliğe açılmasaydı. Havada öylece sallandırmasaydı beni, ya da boşluğa düşürmeseydi, seni kana kana içememiş bu biçareyi. Öyle işte.. Sadece.. Öyle..
Adalet

Adalet Onlar için adalet üç heceden ibaretti. Köşe bucak kaçtıkları sokaklardı. Susmaktı, susturmaktı adalet. Şu üç kuruşluk dünya için şerefini satmaktı. Fakat ilahi adalet de vardı elbet. İşte o adaletten kaçamazsın. Nereye kaçarsan kaç yakalanırsın. Adalet üç hece olmaktan çıktı şimdi… Kimse susmayacak, susturamayacaktı bizi. Sonsuz mutluluk yakındı şimdi…
Sarı Sayfa

Sarı Sayfa Zaman sanki, beni kollarına almış ninni söylüyordu. Battaniyeler arasında sallanan bedenim sıcaklığa alıştı gittikçe, sonra ağlamayı kestim, kendimi hayatın ellerine teslim ettim. Otobüse her bindiğimde, oh be diyorum, hâla Türkiye’deki günlerimi hatırlatan bir şeyler yapıyorum, uzunca bekliyorum bir otobüsü mesela, belki gelmez diye korkuyorum, duraklarının adını bilmedigim yerlerden geçiyorum, kırmızı harfler akıp gidiyor şerit şerit, sanki hayat bana alt yazı geçiyor. Kartpostallarda adresi yazdığımız yer vardır ya hani, onun gibi işte. Gözlerim yaşarıyor sonra, gözlerim yas arıyor. Onlar bile kalbim gibi sımsıcak, sevgi kokan bir şeyler arıyor. Ne gibi şeyler, ben bile bilmiyorum. Papatyalar vardı eski yazlarda, sarısı bir ayrı kokardı. Sevgiyle koparırdık onları topraklarından, sonra sevgiyle yapraklarını yolardık, onlar kadar beyaz değildik ya, kıskanırdık. Sonra makyajımı çıkarmaya üşeniyorum, oturup ağlıyorum ben de, siyah gözyaşlarım kirpiklerimi karartıyor. Bayramlardan bir bayramdı. Ben annemle babamın bayramını en son kutladım. Bayramlardan bir bayramdı, beni kardeşim uyandırmadı sabahın beşinde. Bayramlardan bir bayramdı ve ben yalnızdım. Ama zor geliyor yaşamak, zor olmasa bile nefes almak. İşte öyle günler, otobüs yavaş yavaş giderken gideceğim yere, yetişmek için acele bile etmezken şoför, ben de durgunlaşıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Arabam olsa kendim sürerdim diye aklımdan bile geçmiyor, bir şeyi de ben yapmayayım, bir şey de eskisi gibi kalsın. Arka koltukta kemerini takan o babasının kızı olayım. Olmaz mı? Şimdi evleri ülkeminkine benzemeyen sokaklardan birinde, bisikletli bir çocuk bana İstanbula son gidişimi hatırlatıyor. Arabadaydım, trafik vardı, sahile beş adım ötedeki bir yolda, martıların uçtuğu esintilerin, arada bir açık olan arabanın camından benim saçlarıma uğradığı bir kaldırıma yakındık. Bisikletiyle bir çocuk geçti yanımdan, gülümsedi sonra el salladı. O zaman, işte tam da o zaman karar vermiştim İstanbulla ilgili bir şeyler yazmaya, sonra kaldı, yazmadım. Keşke yazsaydım ama, nasıl hissettiğimi hatırlamayı öyle çok isterdim ki. Anılarını harflere kazıyarak yaşayan bir kız olmak istemezdim oysa. Anılar zihnimden silinerek buğulu bir hal alırken, harflerden başka saklanacak yerleri yok ama onların. Ve şimdi dönme dolap misali, hayatımın kendini tekrar edişini izliyorum yalnızca. İstanbulun denize bakan tarafında vapurların sesi inleyerek gökyüzüne karışırken, batan güneş dökülmüş beton apartmanların pencerelerinden göz kırparken bana, içimden geçen özlem hissini anlatamazdım ama kelimelerle. Siz gelecekteki bir özlemi, şimdiye yamayarak tatmanın o acı ve hazin tınısını bildiniz mi? İçimdekileri dökmediğimde boğulduğumu fark ettim. Sonra bazı bazı içime bir hüzün çökerdi. Hayatın kokusu burnuma farklı gelirdi. Cem Karaca anlardı beni o zamanlarda, martılı bir vapur sesi gelirdi şarkısının ardından, çınarlı ve kubbeli mavi bir limandan söz ederdi, dinlerdim. Bir insan çok yorgun olduğunu işte ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Fakat beni bekleme diyeceğiniz biri bile yoksa eğer karşınızda, işte o zamanları şarkılar bile acı veriyor insana. Acizliğimiz nedense gözlerimi yaşartıyor. Biz: insanoğlu, hiçbir şeye tam olarak istesek de yetemeyiz. Ne denli eksik olduğumuzu fark ettiğiniz o küçük anlarda, yerini bilmenin vermiş olduğu o çöküşü yaşıyorum sessizce ama çok sessizce. Bu üzülüşlerim, çaresizliğimin de vermiş olduğu yıkılışlara dönüşmeden önce tutunacak bir şeyler arıyorum. Tutunacak yalnızca bir şey var! Sonra ellerimi açarak haykırmak istiyorum ama kelimeler imdadıma yetişmiyor, “Sen benim ne istediğimi biliyorsun.” demek çok kolaya kaçmak olmaz mı? Yoksa nihayetinde bir anne de eninde sonunda bebeğinin acıkacağını ve onu emzirmesi gerektiğini bilir. Ama bebeğin haykırışlarla karışık ağlaması annenin onun içindekileri daha iyi hissetmesine sebebiyet vermez mi? Küçüklüğünü hatırlıyor insan yalnız kaldığında. Anılar dediğiniz şeylerin, unutulmuş bir şarkıdan farkı yok aslında. Doksanlardan kalmış bir şarkı çalar radyoda, yağmurludur hava, bir tiyatro çıkışıdır mesela. Arabaya doluşmuş, yolun kırmızılı akıcılığında dekoru, senaryoyu yahut oyuncuları tartışıyorsunuzdur. Fark ediyorsunuzdur sonra, oyunun on beş dakikasının evde yapacaklarınızı düşünmekten hiçbir kelimesini duymadığınızı. Öyle zamanların birinde, ve tiyatro dönüşünde, radyo size tüm yağmurlu günleri bir şarkıya sıkıştırmışçasına bestelenmiş eski bir şarkı çalar, bildiğiniz. Hatırlarsınız o zaman, bu şarkıyı severken ve dinlerken olduğunuz hali, yeri, zamanı. Tekrar dinlerim sanırsınız ama radyoda veya bir deniz kenarı balıkçısında çalmadıkları sürece ismi ya da sözleri hatrınıza bile gelmez. İnsan ya, sevdiğini bile unutur. Ve biz, insanlar, yine sevilmekle sonsuzluğa ereceğimizi düşünüyoruz. Hayatın sonlu yolunda hüsranla iç çekiyoruz sonra. Allahım diyorum, yardım et bana, ağlayabileyim artık, senin için, ağlayabileyim saatlerce.