Mimarlığın Gücü: Dünyanın En Görkemli Aşk Hikayesi

Mimarlığın Gücü: Dünyanın En Görkemli Aşk Hikayesi Muhammed Elçi Ocak 15, 2025 Hepimiz çok iyi biliyoruz ki mimarlık sadece iki beton ve biraz sıvadan ibaret değildir. Mimarlık, bir semboldür; dönemin ve yerin kültürel öğelerinin bir birleşimi, bir tezahürüdür. Çünkü tarih boyunca, mimarlar sadece binalarının formu ve işleviyle değil, aynı zamanda yapının estetiği ve bunun insanların üzerindeki etkileriyle de ilgilenmişlerdir. Bir mimari yapı, yeri geldiğinde insana birçok farklı duyguyu yansıtabilir, hatta bir ders bile verebilir. Mimarlığı bir sanat yapan da budur. Mimarlar Asla Pes Etmez Tarihin her döneminde mimarlar, bir yapının nasıl görünmesi gerektiğine dair geleneksel fikirlere meydan okumuş, yeni malzemeler, tasarımlar ve semboller ile insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmışlardır. Kişi, bir mimari yapının ardındaki muazzam çalışmayı, onca emeği, alınan riskleri, ince ince düşünülmüş estetik özellikleri, problemlere karşı bulunan dahiyane fikirleri bilse, ancak hayran kalabilir. Örneğin Tac Mahal, birden fazla kültürün bir birleşimi, o dönemde var olan kültürel özgürlüğün bir anıtı ve ‘Yeryüzündeki Cennet’ kavramının bir sembolüdür. Tac Mahal, Hindistan’ın Agra kentinde bulunan bir türbe kompleksidir.  Buradaki kompleks kelimesinin özellikle altını çizmek istiyorum. İnşa süreci yirmi iki yıl süren bu muhteşem yapı o kadar etkin bir yapıya sahiptir ki, türbenin şaşırtıcı boyutu ve estetik özellikleri ona kompleks deme hakkı kazandırmıştır. Yirmi bin kişinin emeği ile inşa edilen bu kompleks, Babür İmparatoru Şah Cihan’ın ve eşi Mümtaz Mahal’in mezarlarına ev sahipliği yapmaktadır. Eşine çok derinden aşık olan Şah Cihan, ona “Dünya’nın Kraliçesi” anlamına gelen “Mümtaz Mahal” mahlasını verir. Gittikleri bir sefer esnasında eşi Mümtaz Mahal doğum yaparken hayata veda eder ve bu Şah Cihan’ı çok derinden etkiler. Şah Cihan hayata küser ve uzun bir süre yalnız kalıp yas tutmak ister. Ancak bir yıl sonra kendisine gelebilmiş ve görevine geri dönmüştür. Geri döndüğünde eşine olan aşkı ona bu harikulade türbeyi yaptırmaya vesile olur. Mimarisini Ustad Ahmad Lahauri’nin üstlendiği bu yapı, Şah Cihan’ın isteklerini ve duygularını hayata geçirmek için asla pes etmemiş, ne zorluklara baş göstermiştir. Tac Mahal’in Kültürel Değeri Kubbesi İran kültüründen; minareleri, Kur’an ayetleri, tuğla stilleri ve diğer süslemeleri Müslüman kültürlerinden; Chhatri’ler yani cenaze anıtları Hindu kültürlerinden; ve son olarak yontulmuş sekizgen merkezi portal ve iki seviyeli nişler Timurid kültüründen esinlenilmiştir. İşte birden fazla kültürün muhteşem bir birleşimi olan Tac Mahal, insanların uyum ve ahenk içinde yaşadığı ve birlikte gelişen Babür İmparatorluğu’nun bir temsilidir. Müslüman azınlığın Hindu çoğunluğu kontrol ettiği bir toplumda güç birleştirmek ve ahenk içinde yaşamak elbette kolay değildir.  Ancak Akbar-ı Büyük gibi Babür liderleri bu mücadeleyi başarmış, kültürel özgürlük ve ahenk içinde bir toplum oluşturmuşlardır. Öyle ki, zamanının en büyük yapılarından birisini inşa edebilmiş, bahçesinin tasarımından yapıdaki renklere kadar en küçük detayları bile özenle seçerek kim bilir her detayın ardına ne hikmetler yerleştirmişlerdir. Tac Mahal hem toplumun en iyisini temsil eder hem de “Yeryüzündeki Cennet” kavramını idealize eder. İşte adeta güzelliği ile insanı hayrete düşüren bu şaheser, mimarisi ile ne hikayelerin, ne duyguların ve ne hislerin bir sembolü olarak dünyanın yedi harikasından biri seçilmeye hak kazanmıştır. Sanatın gücünü kullanarak daha hemhal bir dünyayı umutlayan bu yapılar, bizlere adım atma vaktinin geldiğini hatırlatırlar. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Baba Ayranı

Baba Ayranı Miranda Ocak 15, 2024 Değişen hayatıma bakıyorum. Gelip geçen adımların arasında zihnim kayboluyor. Büyüdüğüne üzülürmüş insan. Bazen ikindi vaktinde, içime bir ağırlık çöktüğünde güneşe bakıyorum. Batıp yavaşça yok oluyor. Belki de güneşin batışına üzülüyorum. Belki de güneş hayatımızın tam merkezinde olmasına rağmen, her gün onunla uyanmamıza, her gün onunla olmamıza rağmen onu yalnızca batarken hayranlıkla izleyişimiz, içimizin gidişi canımı yakıyor. Güneşin değerini bile giderken anlayan insan, hep bu ihtiyarlık acısıyla mı ağlar durur? Ağladığımız şey geçip gitmesi bir şeylerin ve bir şeylerin geçip gittiğini fark etmek değil mi? Çok şey değişiyor: biz büyüyoruz, biz de değişiyoruz, sonra bir gün her şeyin o değişmemiş halini görünce yüreğimiz kan ağlıyor. Geçen zamana ağlıyoruz. Babamla annemi hatırlıyorum böyle zamanlarda. Hatırlamak kolay değil ama. İnsan unutmam dediği şeyleri bile unutuyor, eski kırmızı kapaklı bir defterin sarı gazete kokan sayfalarına o gün kendinden bir şeyler yazmadıysan, unutmam dediklerini de unutuyorsun işte. Delilik olsa gerek, kelimelerle takvimini tutmak hayatının. Fakat delilikler zinde tutuyor içimdeki çılgını. İçimdeki çılgın da olmasa, ben napardım ki…Neyse ne diyordum, içim kan ağlarken annemleri düşünmeye çalıştığım zamanların birinde, aklıma babamın yoğurdu pek sevdiği geldi. Evde yemek olmayagörsün, ben bir yoğurtla doyarım der, onu bir de tahta bir kaşıkla içine somun ekmek doğrayarak yedi mi pek canım çekerdi. Ben onu izlerdim, küçük boyumun yetiştiği kadar yere değerdi ayaklarım. Mutfağın sandalyesi o an en güzel yer olurdu babamı izlemek için. O bana da vermek isterdi her defasında. İnat eder başta yemez, sonra bir kaşık denedim mi yoğurdun dibini ben sıyırırdım. Babam bilirdi ama bu huyumu, o yüzden nazıma gider, bana da mutlaka yedirirdi. Bir kız çocuğunun en güzel anları değil midir babasının korumasında olmak, babasının canım kızım’ı olmak… Sonra o mutfak masaları gitti, anne yoğurtları da gitti hatta somon ekmekler bile gitti. Şimdi marketin birinde hangi yoğurdu alsam anneminkine benzer diye düşünürken raflardan gelen ışık, yüzümü bir vampir gibi aydınlatırken, hiçbirinin annemin yoğurdu gibi olmayacağını bilerek ama yine de umut ederek birini alıyorum sessizce. Somun ekmek bile kalmamış, tüm ekmekler babamın baba kokan ellerinde koparılıp verilemeyecek kadar dilim dilim ve tatsız. Şimdi hatırladım da, bahçede saksılara diktiğimiz yeşil soğanlardan da bir tutam koparırdık yoğurdun yanına. Sonra bazenleri babam bir kasenin içinde yoğurdu çırpar biraz tuz koyar ama reçel katılığında bırakır, sonra bir isim uydururdu yaptığı şeye. “Baba ayranı” diyordu buna. Baba ayranını annem yapsa tadı tutmazdı. Ne komikti bir insanın bir yemeği çırpışındaki farklılığın bile o şeyin tadını değiştirebilme gücünün olması. İşte o bir çırpıda yaptığı baba ayranını ben şimdi yapsam, aynı tadı alamam. Hele bir yoğurt size babayı hatırlatır mı demeyin, insan birini özlemeye görsün, her baktığı yerde onu hatırlar. Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Oblomovka Hastalığı

Oblomovka Hastalığı Bilal Uygur Ocak 15, 2024 Birçoğunuzun bu hastalığı daha önce duymadığına eminim. Zaten bu hastalığın resmi olarak kayıtlarda geçtiğini bile zannetmiyorum. İvan Gonçarov, yazmış olduğu “Oblomov” eserinde bu hastalıktan bahseder. Bu hastalığa yakalanıp yakalanmamak bizim elimizde, o yüzden yakalanmamaya dikkat etmek lazım. Şimdi neymiş bu hastalık bir göz atalım. Rusya’da yaşayan eğitim görmüş ve toprak sahibi bir şahsiyet olan Oblomov, hep sakin ve tantanasız bir hayat yaşamayı hayal eder. Yaşantısı tamamen rahatlık üzerine kuruludur ve evi düzensizlik içerisindedir. Bunun yanısıra sahip olduğu topraklarda bazı sorunlar çıkar. Bu sorunlarının bilincinde olup yerinden kalkıp bir seyler yapmasi gerektiğinin de gayet farkındadır. Fakat harekete geçmeye gelince kılını kıpırdatamaz. Her gün öğlen saatlerine kadar uyur ve tüm gününü sadece yapması gereken şeyleri düşünerek geçirir. Sonuç olarak bir şey yapamadan günler gelir geçer.  Ştoltz ise Oblomov’ un en iyi arkadaşı olup sürekli çalışan, her konuda bilgi sahibi, kültürlü ve idealleri olan bir şahsiyettir. Çalışmayı ve öğrenmeyi adet edinen Ştoltz, hayatının her anında gezer, çalışır ve didinir. Ailesini göz ardı etmez ve çevresindekileri de hareketlendirmeye çalışır. Gayretli olması hasebiyle değerli arkadaşını bulunduğu bu durumdan kurtarmak için elinden geleni yapar. Oblomov’u gezmeye götürür, farklı insanlarla tanıştırır. Hayatına yeni heyecanlar katmak için çabalar. Dostunu Oblomovka Hastalığı diye adlandırdığı bu hastalıktan kurtarmak için elinden geleni yapar ve nefsine karşı güçlenmesine yardımcı olmaya çalışır.   Aslında herkesin içinde bir Oblomov ve bir Ştoltz yok mudur? İçimizdeki bu tembellik ve üretkenlik sürekli bir çatışma içinde değil midir? Birçok insan hayatındaki seçimlerini gozden gecirip bu savaşın galibi olurken, Oblomov yerinden kıpırdamak istemez çünkü bulunduğu yerden memnundur. Her ne kadar her şeyin farkında ise de ilk adımı atmaya her daim üşenir. Ştoltz ise tam tersidir. İdealleri için hiçbir zaman harekete geçmekten geri durmaz. Üşenmeye dahi zamanı yoktur. Bu yolda ilerlerken sadece kendisi için değil, aynı zamanda çevresindekileri de kendi doğrularını bulmaları için harekete geçirmeye çalışır. En nihayetinde, insanin icindeki bu ikilemde hangisinin sözüne kulak vereceği kendisine kalmıştır. Oblomovka hastalığına yakalanmamanız dileğiyle… Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan