Sarı Sayfa

Sarı Sayfa Miranda Mart 15, 2024 Zaman sanki, beni kollarına almış ninni söylüyordu. Battaniyeler arasında sallanan bedenim sıcaklığa alıştı gittikçe, sonra ağlamayı kestim, kendimi hayatın ellerine teslim ettim. Otobüse her bindiğimde, oh be diyorum, hâla Türkiye’deki günlerimi hatırlatan bir şeyler yapıyorum, uzunca bekliyorum bir otobüsü mesela, belki gelmez diye korkuyorum, duraklarının adını bilmedigim yerlerden geçiyorum, kırmızı harfler akıp gidiyor şerit şerit, sanki hayat bana alt yazı geçiyor. Kartpostallarda adresi yazdığımız yer vardır ya hani, onun gibi işte. Gözlerim yaşarıyor sonra, gözlerim yas arıyor. Onlar bile kalbim gibi sımsıcak, sevgi kokan bir şeyler arıyor. Ne gibi şeyler, ben bile bilmiyorum. Papatyalar vardı eski yazlarda, sarısı bir ayrı kokardı. Sevgiyle koparırdık onları topraklarından, sonra sevgiyle yapraklarını yolardık, onlar kadar beyaz değildik ya, kıskanırdık. Sonra makyajımı çıkarmaya üşeniyorum, oturup ağlıyorum ben de, siyah gözyaşlarım kirpiklerimi karartıyor. Bayramlardan bir bayramdı. Ben annemle babamın bayramını en son kutladım. Bayramlardan bir bayramdı, beni kardeşim uyandırmadı sabahın beşinde. Bayramlardan bir bayramdı ve ben yalnızdım. Ama zor geliyor yaşamak, zor olmasa bile nefes almak. İşte öyle günler, otobüs yavaş yavaş giderken gideceğim yere, yetişmek için acele bile etmezken şoför, ben de durgunlaşıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Arabam olsa kendim sürerdim diye aklımdan bile geçmiyor, bir şeyi de ben yapmayayım, bir şey de eskisi gibi kalsın. Arka koltukta kemerini takan o babasının kızı olayım. Olmaz mı? Şimdi evleri ülkeminkine benzemeyen sokaklardan birinde, bisikletli bir çocuk bana İstanbula son gidişimi hatırlatıyor. Arabadaydım, trafik vardı, sahile beş adım ötedeki bir yolda, martıların uçtuğu esintilerin, arada bir açık olan arabanın camından benim saçlarıma uğradığı bir kaldırıma yakındık. Bisikletiyle bir çocuk geçti yanımdan, gülümsedi sonra el salladı. O zaman, işte tam da o zaman karar vermiştim İstanbulla ilgili bir şeyler yazmaya, sonra kaldı, yazmadım. Keşke yazsaydım ama, nasıl hissettiğimi hatırlamayı öyle çok isterdim ki. Anılarını harflere kazıyarak yaşayan bir kız olmak istemezdim oysa. Anılar zihnimden silinerek buğulu bir hal alırken, harflerden başka saklanacak yerleri yok ama onların. Ve şimdi dönme dolap misali, hayatımın kendini tekrar edişini izliyorum yalnızca. İstanbulun denize bakan tarafında vapurların sesi inleyerek gökyüzüne karışırken, batan güneş dökülmüş beton apartmanların pencerelerinden göz kırparken bana, içimden geçen özlem hissini anlatamazdım ama kelimelerle. Siz gelecekteki bir özlemi, şimdiye yamayarak tatmanın o acı ve hazin tınısını bildiniz mi? İçimdekileri dökmediğimde boğulduğumu fark ettim. Sonra bazı bazı içime bir hüzün çökerdi. Hayatın kokusu burnuma farklı gelirdi. Cem Karaca anlardı beni o zamanlarda, martılı bir vapur sesi gelirdi şarkısının ardından, çınarlı ve kubbeli mavi bir limandan söz ederdi, dinlerdim. Bir insan çok yorgun olduğunu işte ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Fakat beni bekleme diyeceğiniz biri bile yoksa eğer karşınızda, işte o zamanları şarkılar bile acı veriyor insana. Acizliğimiz nedense gözlerimi yaşartıyor. Biz: insanoğlu, hiçbir şeye tam olarak istesek de yetemeyiz. Ne denli eksik olduğumuzu fark ettiğiniz o küçük anlarda, yerini bilmenin vermiş olduğu o çöküşü yaşıyorum sessizce ama çok sessizce. Bu üzülüşlerim, çaresizliğimin de vermiş olduğu yıkılışlara dönüşmeden önce tutunacak bir şeyler arıyorum. Tutunacak yalnızca bir şey var! Sonra ellerimi açarak haykırmak istiyorum ama kelimeler imdadıma yetişmiyor, “Sen benim ne istediğimi biliyorsun.” demek çok kolaya kaçmak olmaz mı? Yoksa nihayetinde bir anne de eninde sonunda bebeğinin acıkacağını ve onu emzirmesi gerektiğini bilir. Ama bebeğin haykırışlarla karışık ağlaması annenin onun içindekileri daha iyi hissetmesine sebebiyet vermez mi? Küçüklüğünü hatırlıyor insan yalnız kaldığında. Anılar dediğiniz şeylerin, unutulmuş bir şarkıdan farkı yok aslında. Doksanlardan kalmış bir şarkı çalar radyoda, yağmurludur hava, bir tiyatro çıkışıdır mesela. Arabaya doluşmuş, yolun kırmızılı akıcılığında dekoru, senaryoyu yahut oyuncuları tartışıyorsunuzdur. Fark ediyorsunuzdur sonra, oyunun on beş dakikasının evde yapacaklarınızı düşünmekten hiçbir kelimesini duymadığınızı. Öyle zamanların birinde, ve tiyatro dönüşünde, radyo size tüm yağmurlu günleri bir şarkıya sıkıştırmışçasına bestelenmiş eski bir şarkı çalar, bildiğiniz. Hatırlarsınız o zaman, bu şarkıyı severken ve dinlerken olduğunuz hali, yeri, zamanı. Tekrar dinlerim sanırsınız ama radyoda veya bir deniz kenarı balıkçısında çalmadıkları sürece ismi ya da sözleri hatrınıza bile gelmez. İnsan ya, sevdiğini bile unutur. Ve biz, insanlar, yine sevilmekle sonsuzluğa ereceğimizi düşünüyoruz. Hayatın sonlu yolunda hüsranla iç çekiyoruz sonra. Allahım diyorum, yardım et bana, ağlayabileyim artık, senin için, ağlayabileyim saatlerce. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Teşekkürler, Hepsi İçin

Teşekkürler, Hepsi İçin Fatma Sena Bark Mart 15, 2024 Ne çocuk ne de park çağında bir insan, yaklaştı parka usulca. Sanki yürüyor ama gittiği yönü bilmiyor gibiydi adımları. Sarsak ve tekdüze. Önündeki kaldırım taşlarının rengi değişince kaldırdı kafasını, kaşlarındaki ufak seğirme kanıtlıyordu tahminimi. Şaşkındı. Hatta buraya nasıl geldiğini sorguluyor gibiydi. Gözlerinden yakalayamadığım bir duygu geçti. O duygu her neyse bu sefer bilinçli bir şekilde salıncağa gitmesini sağladı. Dudağının sağ tarafı seğirdi. Aklından geçenleri küçümsüyor muydu yoksa inanamıyor muydu belli olmuyordu. Sessizce oturup sol bacağıyla kendini ittirerek ufak bir hız kazandırdı kendine. Çok değil, iki salınımda bir durmaya yaklaşıyor, bu hareketi sürekli tekrar etmesi gerekiyordu. Dalgındı bugün, bu akşamki havaya yakışan bir duruşu vardı. İçini kemiren neyse, kara bulutlar çökertiyordu yüreğine ama gıkı çıkmıyordu. Öylece sallanıyordu bir çocuk parkında. Hayat debdebesi bu sefer ne getirmişti tabağına, ne kadar büyük bir lokmaydı bilinmez, ama sınırlarında gezindiği belliydi. Hava mı önce bozup fırtına çıkaracak yoksa kendisinin mi dayanma gücü kalmayacak merak uyandırıyordu uzaktan bakıp izleyene. Minik adım sesleri böldü sessizliği. Usulca yaklaşıyordu salıncaklara doğru. Minik, sakin ve de çekingen. Küçük bir delikanlı geldi yanına doğru. Öylece baktı suratına. Sanki söyleyecekleri vardı ama küçük bir cesaretlendirmeye ihtiyaç duyuyordu. Kafasını kaldırınca gözleriyle konuşan bir çocuk görmek şaşırttı onu. Beklemiyordu ve bugün beklemediği daha kaç olay onu şaşırtacaktı kim bilir. Çocuğun cesaretlendirilmeye ihtiyacını o da gördü. Konuşacak mecali yok gibiydi, henüz durulmamıştı kendi kaosu. Hayırdır anlamında göz kırpıp hafifçe kafasını salladı sağa sola. Bu, küçük delikanlı için yeterliydi. Derin bir nefes aldı ufak ufak titreyen dudaklarının arasından. Kafasını yukarı kaldırıp ha yağdı ha yağacak bulutlarla kaplı gök yüzüne baktı. Utanmış mıydı? Çok geçmeden ince ve kırılgan bir ses yayıldı çocuk parkında. “Gökyüzü de ağlar mı?” Normal zamanda olsa buna vereceği cevapla, şu an içinde bulunduğu andan dolayı vereceği cevap epey farklıydı. İnsan gerçekten de şaşılacak bir varlıktı. Aynı olaya farklı duygularla bakınca nasıl da farklı yorumluyordu. Hayretti doğrusu. Çocuğun sesi havada asılı kaldı bir müddet. Kendisi uzun zamandır konuşmadığından mı yoksa ağzını açarsa çıkacakları kestiremediğinden mi olabildiğine susuyordu, orasını bence kendisi de bilmiyordu. Çocuk kendisine gereken cesareti aldığından kolaylıkla devam etti bu sefer. “Ben normalde ağlarım ama tek ağlayınca çok yalnız hissediyorum, artık eşlik edenim de yok benim. Gökyüzü bana eşlik eder mi sizce?” Onun buna verebileceği bir cevabı yoktu. Kendi içindeki mahkeme bitmemişti henüz. Kendi fırtınası kopmamışken, bu küçük çocuğa verecek cevabı da, cevabının arkasında duracak yüreği de yoktu an itibariyle. Bu küçük gerçekten en yanlış insana denk gelmiş olabilirdi. Yazıktı gerçekten. Çocuğun sorusuyla, eğdiği kafasını kaldırdı bir süre sonra. Bir cevap vermeliydi artık. Muhattabı bir cevap beklerdi. O tam ağzını açmıştı ki gök gürledi ve yağmur yağmaya başladı. İroni miydi bu? Kendisinin vereceği her cevabı sollamıştı bu olay. Gökyüzü de ağlarmış demek gibiydi bu. Bir çocuk isteyince, en içten ricalar kabul olurmuş demek gibiydi. İkisi de yağan o yağmurda ıslandı bir süre. Hiç şikayetleri de yoktu. Biraz sonra içine ilk doğan şeyi yaptı. Fıtri olanı, aklına yatmasını beklemeden içinden geldiği gibi hareket etti. Ayağa kalktı, yolda yürürken gözüne takılan ve sebebini kestiremediği bir dürtü ile cebine attığı taşı çıkarttı. Gözleri, taşın üzerine sonradan çizildiği belli olan gülen yüzde gezindi birkaç saniye, sonra elini çocuğa uzattı. Küçük delikanlı önce avucunda duran taşa, sonra taşı tutan elin sahibine baktı. Gözlerini bile kırpmadan ta en içine. Çocuk zaten bir açıklamaya gerek olmadan gözleriyle konuşuyordu geldiğinden beri. Kör olmak falan gerekirdi onu anlamamak için. Kendisi sebeplerle ilgilenmiyordu. Belki bu taş, çocuğa bu anı ve ağlamanın normal olduğunu hatırlatacaktı. Belki artık yanında kimse yoksa, ağlamak istediğinde gökyüzünün ona eşlik edeceğini anımsatacaktı. Belki de artık yanında olmadığını düşündüğü bu taştı, belki bu taş başından beri bu küçüğe aitti. Havanın bozacağını bilmesine rağmen onu sokağa çıkartıp parka getiren de buydu belki. Ama yüzünden okunduğu üzere pek ilgilenmiyordu ne sebebiyle ne de tahminlerin çokluğuyla. Buradalar işte, yağan yağmurun altında bu akşam bu parktaydılar. Çocuk taşı alıp kafasını aşağı yukarı sallayarak vedalaştı bu yabancıyla. Arkasını döndü ve o ufak adımlarıyla geldiği gibi gidiyordu. Çocuğun gidişine baktı bir süre, sonrasında da gökyüzüne. Acaba çocuğun sorusunu mu düşünüyor diye merak ettim. Sanki o da talep ediyordu gökyüzünün kendisine eşlik etmesini. Eşlik etse bırakır mıydı kendini? Ona bakınca aklımdan şu mısralar geçiyordu istemsiz ‘Baka kalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde erkeklik var, ağlayamam.’ Onu tutan, ağlatmayan gurur muydu bilmiyorum ama şu an bıraksa bırakır gibi duruyordu. Öyle bir dolmuşluk hissediyordum kendisinden. Ama görebiliyordum, tutacaktı kendini. Yine, her zamanki gibi. Uzaklaşan adım seslerine tezat koşuşturan bir adım sesi duyuldu. Sanki kovalayanı varmış gibi yağmura aldırmadan koşuyordu minik adımlar. Birkaç adım sendeletecek bir hızla geri gelmişti giden minik ayaklar. Gözlerini bacaklarına çevirdiğinde küçük delikanlıyı gördü. Geri gelmişti koşarak. Önce sıkı sıkı sarıldı bacağına. Sonra kafasını kaldırdı ve fısıldayarak şöyle dedi. “Hepsi için teşekkürler”. Nelere teşekkür ediyordu bu küçük? Bu gece yaşadıklarının hangileri o ‘hepsi’nin içine giriyordu? Bakış açısı enterasan bir güçtü. Küçük bir taş, dertli olduğu belli olan bir delikanlıyı bir yabancıya sarılmaya yetecek mutluluk yayabiliyor, hüzünlü çehresine bir tebessüm kondurabiliyordu. Çocuğun bakışlarında ne gördü, neyi hatırlattı ona, içindeki fırtınaya ne gibi bir etkide bulundu her zaman bir soru işareti olarak kalacak. Çünkü o ağzını açıp tek kelime etmedi bu yaşananların hiçbir anında. Sadece yağmurlu bir akşamda, bir çocuk parkında bakış açısı değiştiren bir anıları vardı artık. Kolaylıkla unutulmayacak duygular fitilleyen bir anı. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan