Yağmur! Bazen iki damla gözyaşının derya ettiği damlalar. Bazen ise, özgürce kucakladığımız nevbahar. Bazenleri, Yusuf’un kuyuya düştüğü gibi gözlerimizin semaya dikildiği o anda yaşadığımız ızdırap. Bazenleri, arkamıza bile bakmadan kaçtığımız fırtına. Yağmur bu işte. Kimine rahmet, kimine felaket. Kimine sonsuzluğu hatırlatan beste, kimine ise kesintilerin başladığı son durak. Kimi sever yağmuru, gözyaşlarıyla kelimeleriyle süsler. Kimi de kaçar kaçabildiği kadar uzaklara. Ama hayatın bir gerçeğidir yağmur. Ne onsuz olur bu dünya ne de onunla yaşanır. Herkesin yağmurlu hikayesi farklıdır. Benim ise yağmurla hikayem bir uzak diyarlarda başlayan kaybolmuş kuşun öyküsü ile başlıyor. Eylül’ün, toprakların suyla buluştuğu vakit benim anılarımda yağmurla şereflenmişti. Kaldığı yerle ilgili hiçbir fikri olmayan bir kanadı burkulmuş, diğer kanadı ise uçmaya hazırlanan bir kuş gibi bakıyordum. Bir yandan şimşek sesleri, diğer yandan annemin gözyaşlarının semaya götürüldüğü o kutlu an. Geceyi ve gündüzü birbirine bağlayan seher vakti. Sanki topraktan çok biz susamıştık ıslatmaya, yeşerip çiçek açmaya. Öyle bir bulut kaplamıştıki gökyüzünü, bir mesaj vermeye çalışıyordu ama gözlerimiz o zaman onu anlayabileceğimiz kadar aydınlık değildi. Sadece temizleniyorduk yeni doğmuş bir çocuk gibi, yeni bir hayata merhaba diyorduk. O zamana kadar hiç bir anlamı olmayan yağmur, benim için bir diriliş, bir yenilikti. İşte böyle bilemezsin, neyin senin için bir gün dost, bir gün düşman olacağını. Neyin hasret, neyin vuslat olacağını. Bilmiyordum gökkuşağının burada asılı olduğunu. 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *