Barış Manço’nun Avrupa Serüveni ve Türkiye’ye Dönüşü

Barış Manço’nun Avrupa Serüveni ve Türkiye’ye Dönüşü Ismail Kenel Temmuz 19, 2024 Anadolu’nun Rock Prens’i Barış Manço, 1960’ların ortalarında Türkiye’den çıkarak Avrupa macerasına atıldı. Belçika Kraliyet Akademisi’nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi alırken müziğe olan aşkı ve yeteneği onu farklı bir serüvene sürükledi, yeni bir hayata tanık etti. Manço’nun Fransa’daki müzik yolculuğu, 1963 Eylül’ünde Belçika’ya gitmeden önce Paris’e uğramasıyla başladı. Fransız şarkıcı Henri Salvador’la tanışma çabası, dış görünüşü ve Fransızcası yüzünden olumsuz sonuçlandı. Ancak bu, Manço’nun azmiyle son bulmadı; Belçika’da abisiyle buluştu ve Belçika Kraliyet Akademisi’nde eğitim almaya başladı. Manço’nun müzik kariyeri Rigolo plak şirketiyle anlaşmasıyla hız kazandı. Jacques Danjean Orkestrası ile çalışarak Twist’ten Rock and Roll’a geçiş yaptı. 1964’te yayınladığı iki Fransızca EP, başarıya ulaşarak Fransız radyolarında çalındı. Bu başarı, Manço’nun Paris’teki Olympia konserinde Salvatore Adamo ve France Gall gibi ünlü isimlerin önünde sahne almasını sağladı. Ancak müzik dünyasındaki zorluklar, Manço’yu Avrupa’da bir müzisyen olarak ağırlayan bazı olumsuz eleştirilere maruz bıraktı. Bir Fransız müzisyenin aksanını beğenmemesi, plaklarının çalınmasını yasaklamıştı ama bu onu durduramadı. Manço, 1966’da Belçikalı grup Les Mistigris ile tanışarak müzik kariyerine devam etti. Grupla birlikte Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde konserler verdi. Ancak 1967’de Hollanda’da geçirdiği kaza nedeniyle dudağında oluşan yarık, onu bıyık bırakmaya yönlendirdi. 1967 yazında Les Mistigris ile Türkiye’ye dönen Manço, As Kulüp’te unutulmaz bir konser verdi. Les Mistigris ile yaptığı son kayıtlar, 1967 sonlarına doğru bir EP’de toplanarak piyasaya sürüldü. Bu EP’de sonradan “Kol Düğmeleri” olarak bilinecek olan ve Manço’nun ilk Türkçe bestesi “Bizim Gibi” şarkılar yer alıyordu. Ancak vize problemleri ve yasal sorunlar nedeniyle Barış Manço ve Les Mistigris’in yolları ayrıldı ve 1968 başında Kaygısızlar grubu ile Türkiye’deki tarih olacak yeni kariyerine adım attı. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Sensizliğin İzleri

Sensizliğin İzleri Nermin Yetkin Temmuz 15, 2024 Ağır geliyor bana sen olmak bile.Burası eski değil, yeni olamayacak kadar da taze.Soluduğu hava, ağır gelir mi insana?Düştüğümde sığınacağım liman nerede, ha söyle bana! Madem yanılacaktı insanoğlu hep,Ne diye çıktı içinden koca gül bahçesi?Ben mi şaşırdım yolumun uzunluğuna?Yoktu ki yanımda beni benden alan bir yar, bir ana… Konuşmak yetmedi be baba!Taşıdım içimde eski mapusluğumu;Tekrara sarmanın verdiği delirmenin kıyısı;Sandım ki bu şehir sarar beni.Saracak çok şey varmış bu dumana… Gayemin güzelliğini idrak edemeden sordum bahçıvana,“Gözyaşımdaki saklı nedir?”Acıyı tatlı eden dudaklarıma,Aldı beni, olamadan renklerin en güzeli.Meğer yanımdakilermiş beni cevher eden deli!Kıpır kıpır edermiş kapı aralığındaki güzel bahaneler. Beni derbeder eder seni bulamadan,Göçüp gitmek, sandaldan gelen tıkırtılardan.Selam söyleyin kokusu kalmış yollardan!Hoş ki olduran ben değilmişim, gönlümde bir yer edinmişsin,Öyle söyledi yansıyışımdaki sensizliğin izleri. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Portakal Kokulu Bahar

Portakal Kokulu Bahar Fatma Sena Bark Temmuz 15, 2024 Tebrik ederim, teşrif edebilmişsin beni yarım bıraktığın yaraya. Ne oldu, böyle bir giriş beklemiyor muydun? Neden? Ben hep naif oldum ve alttan aldım diye mi? Yok, kartlar yeniden dağıtıldı. Bana bir de açtığın yaranın penceresinden bak, cesaretin varsa, yüreğinde yiğitlik, gözlerinde mertlik kaldıysa. Ben değiştim. Biliyorum pek ihtiyacım yok bunu söylemeye, sen daha girişten anladın. Çünkü sana özlemimi doldurup gözyaşlarımda suladığım mektuplar gibi değil bu elinde tuttuğun kağıt. Gözünden kaçmaz, tabi sen hala eski senden izler taşıyorsan. Mesela kelimelerim bile daha dik yazılıyor artık. İçlerinde sana olan sevda solunca ve hayranlık çıkınca aradan, böyle diktiler sırtlarını. Görebiliyor musun, her harfin ilk kağıtla buluştuğu o nokta daha ıslak artık. Ama bu seferki hasret gözyaşlarından değil. Elimin geçen zamanın hesabını sorar gibi kağıda daha sert yazmasından. Her harfte var biraz o hiddet, kırılmıyor inadı. İlk başlarda denedim. Çünkü senin için ne kadar kolaysa da, ben senin sevdanla yeşerttiğim bu gönlümün bahçesine hürmeten denedim korumayı. Öyle tek kalemlik değil işte her şey. Üstünü çizip de atlayamıyorsun, tutuklu kalıyorsun, bazen bir kelimede bazen ise bir hecede. Ne o, tuhaf mı geldi bu dik duruş? Aklın kalmasın, ilk başlarda biraz iğreti durmuştu ama hakkını yiyemem, sen çok yardımcı oldun. Senin bana susmaların, göz çevirmelerin sayesinde ince ince işledim her potluğu. Artık tam üstüme göre. Taşırım yani bunu dik başım ve ileri bakan gözlerimle. Sen sakın ola sevdandan incinme. Böyle dünyası dönüyor, içi dışına çıkıyor adeta insanın. Kaçırma gözlerini, bak bana, ben canlı örneğiyim bu durumun. Ben yine de yalan söylemeyeceğim sana. Sen de yara al diye kelimelerimi silah yapmayacağım. En çok beni yaralıyor. Benim canım artık biraz da sen. O yüzden sen de kana diye canımı kırmayacağım. Çünkü merhem diye sensizliği sardığım hiçbir yaram kabuk tutmadı. Ne o yüzündeki afallamış bakış? Gerçekten inanmış mıydın? Sen beni birkaç kelimenle öldürüp sensizlikle süründürürken benim buna yeltenmemiş olmam, çok mu küçük düşürücü? Merak etme, sadece bununla sınırlı değil izlerin. Ben mesela eskisi gibi gülemiyorum, gözlerim ışığını kaybetti. Tebessümüm ise içten değil, bir başka duruyor yüzümde. Ben hazan mevsiminin mesken tuttuğu bir kar küresinde sıkışıp kaldım. Giderken cemrelerimi de aldın. Ne soluduğu havaya, ne içtiğim suya, ne de bana can olan toprağa düşmüyorlar yokluğunda. Baharım gelmiyor sensiz. Sen bilmezsin, bilsen senle konuşurken titreyen sesimden bilirdin zaten hayatımın nasıl ilmek ilmek sana bağlandığını. Kesmeye kıyamazdın o el oyası misali örülmüş işlemeleri. Sahi sen ne zaman böyle güçsüz kaldın? Yoksa çok mu iyi öğrettim rol yapmayı da ruhum mu duymadı? Şapka çıkartıyorum sana, iyi öğrenciymişsin vesselam. Değişmediğim yerler de var. İçimdeki sen, emanetine öyle sahip çıkıyor ki aşamıyorum, kendime ulaşamıyor, bir yabancı olarak kalıyorum adeta. Neyse boşverelim artık değişen beni ve bende değişmeyen seni. Bendeki zaten saman alevi işte, sana söyleniyor sana sönüyorum. Tüm sitemlerime rağmen söylemek istediklerim var. Ben sende ümitsizlik görmüyorum. Küçükken uçan balonun kaymış ellerinden ve o sık sık ziyaret ettiğin ağacın dalları arasında sıkışıp kalmış. Çok uğraşmışsın, çabalamışsın ama boyun yetmemiş balondan sarkan ipi tutmaya. Şimdilerde ise azıcık uzansan değeceksin ipe, sıkıca kavrayıp bir daha bırakmayacaksın. Ama sen bakmayı adet edinmişsin, uzanmak içinden gelmiyor resmen. Dene lütfen. Benim hatırım için. Bendeki sen kadar değerim var mı ya da kaldı mı benden bir iz bilmiyorum. İçinde benden ne kaldıysa hepsinin hatırı için dene. Göreceksin, o balon, sandığın kadar ulaşılmaz bir noktada değil. Bir uzansan o balona, sana uzattığım eli tutmak daha kolay olacak inan bana. Ben hep buradayım ama bakmazsan, göremezsin. Hadi kaldır başını. Sonra da tut elimi. Yüreğimin hasret kaldığı cemreleri düşürelim. İçime baharı getirelim. Ümit bahçelerimiz yeşersin. Görüyorsun ya sensiz gelmiyor işte. Geç değil, kalkmadı o tren, kaybolmadı gözlerinin önünden. Ben gerçekten anlamıyorum. Ben senden vazgeçmemişken sen nasıl kendinden geçiyorsun. Gerçi bu şimdinin mevzusu değil. Baharımız gelsin, açsın çiçeklerimiz ve yeşersin ümitlerimiz, bunları senin ağacın altında oturur uzun uzun konuşuruz. Sakinliğin sesini dinler, huzuru yudumlarız o dumanı tüten sevda bardaklarımızdan. Geç olmadan işe koyulalım. Hem senin ağacına kuru dallar değil, portakal çiçeklerinin zarafeti daha çok yakışıyor. Gel yolumuza çıkanlara inat biz baharı yaşatalım. Çünkü sen de en az benim kadar iyi biliyorsun ki, değer. Denemeye, uğraşmaya ve bu uğurda çabalamaya değer. O zaman haydi, biraz sen, biraz ümit, biraz da portakal koksun bu bahar. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Simyacı

Simyacı Dilara Özdemir Temmuz 15, 2024 Kitap Özeti Simyacı, genç bir çobanın kalbini, daha da önemlisi Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendi hayalini, kendi kişisel efsanesini takip etme hikayesini anlatır. Bu delikanlı, sadece koyunlarıyla yaşamak isteyen mütevazi bir çobandır, ancak aynı zamanda dünyada dolaşmayı ve yol boyunca kitap okumayı da sever. Bir gün, bir çınar yakınlarında yıkık bir kilisenin altında otururken, Büyük Mısır Piramitleri’nin altında bulunan gizli bir hazineye dair tekrarlayan bir rüya görür. Ardından Melkisedek adında, kendisini başka bir ülkeden bir kral olarak tanımlayan, tuhaf bir bilge adamla tanışır. Adamın söyledikleri delikanlının hayallerini takip etme isteğini tetikler. Ertesi gün, koyunlarını satar ve Afrika’ya doğru yola çıkar. Mısır’a doğru giden bir kervanda, bir simyacı bulmak için tüm yolu gelmiş olan İngiliz bir adamla tanışır. Yolda seyahat ederken, İngiliz adam aşina olduğu simyanın sırları hakkında konuşur. Ancak delikanlı, karmaşık kitaplardan öğrenmeyi tercih eden İngiliz adamın aksine, kendi gözleriyle dünyayı gözlemleyerek simyayı öğrenir. Aniden, yaklaşan bir kabile savaşı hakkında söylentiler duyarlar. Sonunda Al-Fayyum’a varırlar, ünlü simyacının yaşadığı vaha. Delikanlı, hayatının aşkı olan Fatima ile tanışır, onu kendi hazinesinin bir parçası olarak görür. Simyacı delikanlıyı bulur ve onu hazinesine götürür. Yolda, simyacı ona her zaman kalbini dinlemesi gerektiğini söyler. Neredeyse piramitlere vardıklarında, bir kabile tarafından tutsak alınırlar. Simyacı, delikanlının kendisini rüzgara dönüştürebilen bir sihirbaz olduğunu iddia eder ve kendilerini kurtarmak için bunu denemelerini ister. Kabile, bunu yapabilirse onları affedeceğini kabul eder, ancak delikanlı bunu o an yapamaz. Sonra, tam üç gün meditasyon yaparak ve Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendini rüzgara dönüştürür ve kendini kampın diğer tarafına ışınlanır. Simyacı, delikanlıya veda eder ve delikanlı piramitlere doğru gitmeye devam eder. Varır varmaz hırsızlar tarafından saldırıya uğrar. Orada ne yaptığını sorduklarında, rüyasını açıklar ve bir hazinenin kendisini piramitlerin altında gömülü olarak beklediğini iddia eder. Hırsızlardan biri ona güler ve aynı rüyayı gördüğünü söyler, ancak bu rüya İspanya’da çobanların uyuyup dinlendiği bir çınar altında gerçekleşmiştir. Delikanlı daha sonra hazinenin tüm bu süre boyunca İspanya’da olduğunu fark eder. Ülkesine geri döner ve kürek alıp ağacın altında kazmaya başlar. Orada hazinesini bulur: onun ve Fatima’nın uzun bir süre mutlu bir şekilde yaşayabileceği altın dolu bir sandık. Arzuladağı hazine bunca zaman Santiago’nun zaten hep yanıbaşındadır. Ama gerçek hazinenin ne olduğunu yorumlamak okuyucuya kalmış… Yazarın Biyografisi Paulo Coelho, 24 Ağustos 1947’de Rio de Janeiro, Brezilya’da doğan bir yazardır. Coelho, Cizvit okullarında eğitim aldı ve dindar Katolik ebeveynler tarafından büyütüldü. Erken yaşlarda yazar olmak istediğine karar verdi, ancak ebeveynleri, bu meslekte Brezilya’da gelecek görmeyerek onu cesaretlendirmiyorlardı. Coelho, 38 yaşındayken İspanya’da bir manevi uyanış yaşadı ve bu deneyimini ilk kitabı olan “The Pilgrimage”de yazdı. Onu ünlü yapan ise ikinci kitabı olan “The Alchemist” idi. The Alchemist, dünya çapında bir fenomen haline geldi. 35 milyon kopya sattı ve şu anda yaklaşık iki yılda bir kitap yazıyor. Oldukça alışılmadık bir programlama ritüeli olarak, yeni bir kitap için yazma sürecine bir Ocak ayında beyaz bir tüy bulduktan sonra başlıyor. Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, bu işe yarıyor gibi görünüyor. 26 kitabı en az 59 dilde 65 milyon kopyadan fazla satmıştır. Kitabın Ödülleri 67 farklı dilde çevrilen bu kitap, dünya genelinde 65 milyonun üzerinde kopya satışı yapmış ve birçok uluslararası ödül kazanmıştır. Bu ödüller arasında Birleşik Krallık’ın 2004 Nielsen Altın Kitap Ödülü, Fransa’nın 1995 Grand Prix Litteraire Elle Ödülü ve Almanya’nın 2002 Corine Uluslararası Kurgu Ödülü bulunmaktadır. Kitabın İncelemesi “Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.” Ama bilmez mi gerçekten? Ego da bundan kaynaklı değil midir? İnsan ne kadar empati yapabilse de tam anlamıyla sadece kendi duygu ve düşüncelerinin farkındadır, gerçi bazen onun bile farkında değildir. Herkesin hayatı kendi evreninden ibarettir ve başkalarının evrenleriyle çakıştığında ister istemez, farketmeseler bile bir alışveriş olur. Hiçbir şey boş yere olmazken, günlük hayatta karşımıza çıkan biri bize, küçük-büyük farketmez, nasıl bir şey katmasın? Küçükken düşünürdüm: “Ben dünyaya hep bu gözlerle bakacağım.” Kardeşime bakardım, onun açısından dünyayı hiçbir zaman görmeyeceğim diye düşünürdüm. Zaten bu yüzden insanın kendine değer vermesi gerekmez mi? Yaratılanı sev, Yaradandan ötürü. Peki bu bakış açısında biz neden hep kendimizi atlarız? Kendimize vermemiz gereken değeri neden hep gözardı ederiz? Düşünsenize, hayatınıza bir sürü kişi gelip gidiyor. Ömrümün sonuna kadar hiç ayrılmayız dediğin biriyle ortada hiçbir sebep yokken ayrı düşüyorsun. Çünkü hayat böyle, insan değişiyor. Ama önemli olan, bu iç içe geçmiş evrenler silsilesinde herkesten pozitif manada bir şeyler almaya çalışmak ve verdiğimiz şeylerin de pozitif olmasına çok dikkat etmek. “Yaşlı büyücü,” dedi kendi kendine, “her şeyi bal gibi biliyordun. Bu kiliseye geri dönebilmem için biraz altın bile bıraktın. Paçavralar içinde geri döndüğümü görünce katıla katıla güldü keşiş. Sanki bunlardan esirgeyemez miydin beni?” Rüzgârın kendisini yanıtladığını duydu. “Hayır. Sana bunu söyleseydim, Piramitleri görmeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?” Gerçekten delikanlı Piramitlerin güzelliklerini görsün diye mi oraya gönderildi sizce? Bence kesinlikle hayır. Önemli olan varış değildi çünkü, yoldu. O yolda tanıştığı insanlar, üstesinden geldiği zorluklar ve öğrendiği derslerdi önemli olan. Piramitlerin güzelliği işin cabası… Evrensel Dil’i konuşmayı öğrenmesiyle kıyaslanamaz bile. Aynı şekilde, hazine bence o harcandıkça bitecek altın dolu sandıktan ziyade delikanlının yaşlı kralı, Simyacıyı, Fatima’yı ve yolculukta karşılaştığı herkesi tanımasıydı. Konuşmayı öğrendiği Evrensel Dil’in ona kattıkları, o altın dolu sandıktan çok daha değerli. “Herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilemez.” Günlük hayatta ne kadar çok “söylemesi kolay” demek istediğimizi farkediyor musunuz? Çünkü insanın yapısındadır yargılamak, sadece bazıları kendilerini tutmayı hiç beceremezler ve insanların işlerine burunlarını sokmaya bayılırlar. Oysa empati seviyesi ne kadar yüksek olursa olsu, kimse bir başkasının tam olarak ne düşündüğünü veya hissettiğini kavrayamaz. Çünkü herkes olayları farklı bir bakış açısıyla yorumlar ve işin güzel tarafı da budur; farklılıklar böylelikle meydana gelir. Herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak çekilmez olurdu. Ama işte nefs, kendinden başka herkesi çok iyi tanıdığına inandığı için her konuda yorum yapmak ister. Oysa, ne demiş Mevlana Celaleddin, “Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Alıntılar “İnsan sevdiği için sever. Aşk’ın hiçbir gerekçesi yoktur.” “Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: başarısızlığa uğrama korkusu.” “Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir.” “Neden yüreğimi dinlemek
Whiplash

Whiplash Polat Temmuz 15, 2024 Genel Tanıtım 2014 yapımı bu muhteşem eser, Damien Chazelle tarafından yazılıp yönetilmiştir. Kendisi aynı zamanda “La La Land” filminin yönetmenliğini de yapmıştır. Chazelle, filmi Princeton Lisesi stüdyo grubunda yaşadığı anılarından esinlenerek yazmıştır. Filmin bolca drama ve gerilim ile ilgi çeken hikayesinin yanı sıra, muhteşem performanslarıyla gözleri ekrana kilitleyen iki oyuncusundan bahsetmeden geçemeyiz. Ana karakteri canlandıran Miles Teller ve öğretmen rolünü üstlenen J.K. Simmons, bu filmde tartışmasız çok kaliteli bir dram performansı sergilemişlerdir. Öyle ki, J.K Simmons, Whiplash filminde rol aldıktan sonra Oscar En İyi Yardımcı Oyuncu ödülünü kazanmıştır. Film, izleyiciler tarafından büyük önem taşıyan IMDb puanlamasında da 8.5 puan almıştır. Müzik Whiplash’ in film müzigi, Varèse Sarabande’nin Whiplash adlı albümünden geliyor. 7 Ekim 2014’te yayinlanan album, üç bölüme ayrılmış orijinal caz parçaları, arka plan kısımları ve klasik caz standartlarından oluşan 24 parça içeriyor. Stan Getz ve Duke Ellington gibi bir çok sanatçı albümde yer alıyor. İlginç bir detay ise, Miles Teller’in baş karakteri Andrew’un davul çalma sahnelerine kendisinin hayat vermesi! Prodüksiyon Peki, nasıl oldu da bu film yapıldı? Sonuçta Hollywood, gerilim yüklü, orkestra odasını savaş alanı olarak kullanan caz filmlerini desteklemesiyle tanınmıyor. Damien Chazelle‘in senaryosu da tam altı ay boyunca çeşitli yapımcılar arasında dolaştı. Taa ki, “Juno” filminin yönetmeni Jason Reitman’ın ilgisini çekene kadar. Ancak bu noktada sorunlar bitmedi. Uzun metrajlı bir filmi finanse etmek ciddi bir destek gerektiriyordu. Daha önce adı duyulmamış genç bir yönetmen olan Chazelle ve ilginç senaryosu için bu zor bir görevdi. Jason Reitman, finansörlerle “bir ucundan tattırmayı” teklif ederek bu finansal soruna çözüm bulmaya çalıştı ve 2013 Sundance Film Festivali’nde 18 dakikalık bir kısa film olarak Whiplash yayınlandı. Festivalden sonra Bold Films adlı şirket, filme 3.3 milyon dolarlık bir bütçe sağladı ve çekimlere başlandı. Jason Reitman ile uzun süredir çalışan J.K. Simmons, kısa filmdeki rolüne devam etmeyi kabul etti; ancak Damien Chazelle, Andrew rolünü Miles Teller‘a teklif etti. Zaten kısa filmde de Teller’ın oynamasını istemişti, ancak o zamanlar Uyumsuz serisiyle meşgul olan Teller, kadroya dahil olamamıştı. Filmin yapım süreci de bir hayli ilginç. Prodüksiyon en erken 2014 Sundance’den iki ay önce başlayabildi ve festivalin önemi nedeniyle Chazelle, filmi festivale kadar bitirmek istiyordu. 19 günlük çekim süresince Chazelle, 150 tane hikaye taslağı çizdi, her gün 18 saat boyunca çekimler devam etti. Hatta bir gün Chazelle, arabasını hurdaya çeviren ve kendisini de hastaneye kaldıran bir kaza geçirdi ama hemen ertesi gün sete geri döndü. Chazelle için, Andrew gibi bu iş için kanını, terini dökmüş diyebiliriz. Filmin prodüksiyon sonrasına da bakmakta fayda var çünkü film “En İyi Kurgu” dalında bir Oscar ödülü kazandı. Chazelle, filmin kurgusu için “Aramızda bir şaka vardı: filmin Fletcher kesmiş gibi olsun istedik.” demiştir. Görünüşe göre bu arzularına ulaşmışlar: hem sıkışık bir süre içindeki dakik çalışmaları, hem de final halinin gericiliğine rağmen film tam da Fletcher’ın elinden çıkmış gibi! Bu yoğun süreç mutlu bir şekilde sona erdi: Sony tarafından dağıtım hakları satın alınan film, yıl sonunda gösterime girdi ve sonrasında üç adet Oscar ödülüne layık görüldü. Neden bu filmi izlemeliyiz? “Ben sana çalmaya başla dedim mi? Neden çalmayı bıraktın dedim.” Gençsiniz… Henüz 19 yaşındasınız… Hayatınızın en heyecanlı ve hareketli zamanları ve ileride olmak istediğiniz büyük kişi, gençliğinizde yaptığınız seçimlere bağlı. Bir gece yine bütün gayretinizle hayatınızın tutkusu olan bateriyi büyük bir hırsla çalıyorsunuz. Ve gittiğiniz o “ülkenin en iyi müzik okulu” olarak bilinen yerin en saygıdeğer hocası karşınıza çıkıyor. Şaşkınlıktan donup kalıyorsunuz ve tüm odayı bateri yerine sessizlik kaplıyor. Size “Neden çalmayı bıraktın?” diye sorduğunda ümitlenip tekrar çalmaya başlıyorsunuz. Karşınızdaki büyük müzisyen bu sefer de, “Ben sana çalmaya başla dedim mi?” diye soruyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Filmin başlarında Fletcher, Andrew’u üç kez ümitlendirip, üç kere hayal kırıklığına uğratıyor ve bu filmin geri kalanını seyircilere bir nevi haberdar ediyor. Ancak bu bir film ve daha filmin başındayız. Hepimiz Fletcher’ın geri gelip Andrew’a bir şans daha vereceğini biliyoruz. İçten içe, çoğu filmin ortak teması olan öğretmen-öğrenci ilişkisini göreceğimiz hayaliyle filmi izliyoruz. “Bütün kabalığı, ona değer vermesinden ve potansiyelini keşfetmesini istemesinden” diye düşünüyoruz belki de… Bu noktada, üç tane küçük (ama kişiye göre büyük olabilecek) detayı paylaşmak isterim: İngilizce’de büyük İ harfinde nokta olmamasına rağmen (I), nota kağıdında WHİPLASH olarak yazılıyor. Filmin sonunda Andrew bateri çalarken, zilin üstünde ‘İstanbul’ yazdığını görüyoruz. Başrol oyuncumuz Miles Teller, bateri çalma sahnelerini dublör kullanmadan bizzat kendisi çalıyor. Bando üyelerinin enstrümanlarını çalmak için tek bir el hareketini beklediği Fletcher, dört tane hayat dersini bizlere sunuyor: “Bu arada, akordu bozuk olan Metz değildi. Sendin, Ericson. Ama o bilmiyordu. Bu da yeterince kötü.” Kendine güven. Biri burnunun dibinde gelip bağırıyor diye doğru olduğunu düşündüğün şeyden vazgeçme. Tabii ki, bunu yapabilmen için önce yaptığın şeyin doğruluğundan emin olman lazım. “Şeflik için orada değildim. Herhangi bir moron’da kollarını sallayıp tempoyu idare edebilir. İnsanlara sınırlarını zorlamak için oradaydım.” Elmaslar basınç altında oluşur. Bu basınç her zaman insanlar tempoyu tutturamadı diye kafalarına sandalye fırlatmak olmasa bile, karşımıza çıkan zorluklarla baş etmeyi bilmeli ve kolay kolay pes etmemeliyiz. “Dilimizde ‘aferinden’ daha tehlikeli bir kelime kesinlikle bulamazsın.” İnsan sınırları zorlanmadıkça kolaya kaçar, azla yetinir. Ama her zaman kendini daha çok geliştirmeyi bilmelidir. Tabii, başrolümüzün de sorduğu gibi: “Bunun bir sınırı yok mu?” “Sen beni salak mı sandın? Biliyorum bu sendin.” Aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeyin. İlk defa geçtiğiniz bir yoldaki çukuru farketmeyip düşerseniz, kimse sizi suçlayamaz. Ama bu hatayı tekrar tekrar yapmamalısınız. Fletcher, La Fonten Masallarındaki yılanlar ve akrepler gibi, sahne dışındayken güzel sözleriyle başrolümüzü kandırıyor; sahneye çıktıkları anda zehrini salgılayıp adamı küçük duruma düşürüyor. Andrew da ünlü olma ve dünyada bir fark yaratma arzusuyla, bu akrebin zehrine her fırsatta farketmeden kolunu açıyor. Ancak kendine güvendiği ve hayallerinden emin olduğu için, Andrew sahneyi Fletcher’a bırakmayıp geri dönerek bu sefer de Andrew bize bir hayat dersi veriyor: Kimsenin size ne yapabileceğinizi veya yapamayacağını söylemesine izin vermeyin. Aksi takdirde hiçbir yere gelemezsiniz. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan