Aşk Üzerine
- Nemocuuk
- Mart 8, 2025
Aşk demişti yaşamın büyük ustaları. Sahi neydi aşk? Bir mum gibi yanmak mı, yoksa yanan muma alev olmak mı? Birisini delice sevmek belki. Öyle böyle değil, çöllere düşmek gerekirse… Mecnun’u kıskandırmak, Ferhat’ı imrendirmek… Bu soruya cevap vermek hayli zor olsa gerek. Yıllar geçmiş ve biz hâlâ tartışıyoruz. Gelebilir mi cevabını bulabilen? Bir cevap bulunabilir mi ki böyle bir soruya? Onu görünce dudaklarının kenarında filizlenen çiçekleri kime, nasıl, hangi kelimelerle anlatabilirsin ki? Anlamak mümkün değildir, belki de sırf bu yüzden. Aynı şekilde anlatabilmek de imkânlı olmasa gerek.
Neden beyhude bir çaba harcıyoruz peki cevabını bulmaya ümidimiz olmayan bir soru için? Yaşamak da biraz böyle değil midir zaten? Öleceğimizi bile bile yaşıyoruz. Beyhude mi o zaman yaşamlarımız? Yaşamak; bir o kadar garip, bir o kadar farklı, bir o kadar mucizevi bir şeydi aslında. Aşk gibi… Anlamaya çalışmak nafileydi belki, onu yaşamak gerekliydi. Yaşayanlar da anlayabiliyor muydu bilinmez. Yaşamak için yaşamı anlamak gerekli miydi? Aşkı kim bilmiş ki biz bulalım?
Gözümüz kapalı uçuyoruz sanki uçsuz bucaksız bir gökyüzünde. Mavilikleri üzerimize çalınıyor bulutların. Islanıyoruz biraz, biraz da sırılsıklam oluyoruz. Uçsuz bucaksız mavilikte hiçbir şey göremezken aşkı veya yaşamı arıyoruz. Kalburla su taşımaya mahkûm edilmişiz sanki. Var mı âmâ kuşlardan bir şeyler bulabilen? Var olduğunu söyleyenler, kendileri biliyorlar mı varlıklarını? Onlar bulmuş mu ki bize de aramamızı salık veriyorlar? Belki yine de umut etmek güzeldir. Umut, bizi hayata bağlayan yegâne şeyin temel adıydı çünkü.
Aşk belki de çırpınırken mavilikte çarptığın bir başka balığın adıydı. Aşk belki de uçtuğun gökte, yüzdüğün denizde sürekli kucaklaştığın maviliği sana verenin adıydı. Aşk muhakkak oydu, muhakkak oydu. Diğer balığı da o gönderiyordu çünkü. Özellikle benim için gönderiyordu, benim için özel gönderiyordu. Bize de O’nu bulana kadar kanat çırpmaktan başka bir şey düşmüyordu artık.
“Aşka uçarsan kanatların yanar.” demişti. “Aşka uçmazsan kanat neye yarar?” demiştik biz de. Aşka uçabilmekti belki mesele. Aşka uçtuktan sonra kanadı kim ne yapsın ki zaten? Yanmaktı aşk o zaman. Hem yanmak, mum gibi, hem de muma alev olmaktı. Hem uçmak, hem yüzmekti. En derin dalgaları aşmak, en yalçın dağları geçebilmekti. Vaktiyle Ferhat, vaktiyle Mecnun olabilmekti. Çölleri usandırmaktı belki. Bütün âleme ifşa etmekti içindeki sonsuz sevgiyi. Sevgilinin arkasındaki sevgiyi görebilmekti aşk. O’nu sevmek, O’ndan ötürü sevmekti her şeyi.
Sevmek kabiliyeti verilmişti bize. Sonsuz bir sevgi verebiliyorduk muhabbetimize namzet olanlara. Sonsuz olanı sonsuz olana vermek lazım geliyordu. Mütenahi bir varlığa çok geliyordu namütenahi sevgiler. Sonsuz olana gitmek istiyordu aslında her şey. Aşk başta zaten… Nihayetsiz sevmek isteyen insanın kalbini başka ne doldurabilirdi ki zaten? Bulunduğumuz evren, aşkımız karşısında çok küçüktü. Neden? Aşkımız çok büyüktü. Sığmıyordu dört duvar arasına. Sonsuz sevmek istiyordu insan. Sonsuz’u sevmek istiyordu da, bunun kendisi bile farkında değildi.
Hoş, sonsuzu sevebilse hakkıyla, o sevgi yine taşıp gidecekti kâinattaki türlü mahlûklara. O’nun eseri diye bakmak, her şeye… Sevgili’den bir hediye görmek her yerde… Âşık için ne büyük bahtiyarlık!
Hem mumduk, hem ateş. Hem yanardık, hem de yakardık. Susardık aslında. Aşk insanı susturur, aşk insanı susatırdı. Konuşamazdık belki ama dağlar taşlar anlardı hâlimizden. Gözümüze bakan, bir şeyler sezerdi ruhumuzdan. Gözlerimiz ve içinde ruhumuz yanardı alev alev. Çakmak çakmak gözlerle bakardık kâinata. Gözlerimiz hem yanardı, hem de yakardı. Baktığı yerden yanar, baktığı yeri yakardı. Mecnun çölü kendisinde taşırdı. Mecnun’un gittiği her yer çölleşirdi içindeki alevden.
Gözlerimiz her yerde daha da yanmak için bir bahane arar, bir bahane bulurdu. “Yandık sen ve ben.” derdik. Gözlerimiz O’nu görmek için kıblegâhımızı da yakardı.
Sonra… Sonra O’nu göremezdik belki ama O’nun bize ihsan ettiği balığı görürdük ya hani? Hani cayır cayır gönlümüze bir damla su serpilsin diye bakmaya hasret olduğumuz o balığa… O balık dünyalar güzeli idi hani, o balık dünyanın kendisiydi. Bakmaya dayanamaz, bakmaya doyamazdık. Fısıltı fısıltı dilimiz… Dökülen dualar… Katre katre…
Bir içim su, ne zamandan beri yangınları söndüremez, onları daha da alevlendirir oldu?
Bir balık, bir balığı balıkların efendisine ne kadar çabuk yaklaştırabilirdi?
Şehadet… Şahitlik ederdi dağlar ve taşlar. Biz de onlarla bir olurduk. Eskiler gülü koklarken şehadet getirirmiş ya hani, ölümün bize en yakın olduğu vakitti belki işte tam da o an. Kalpten gitmeye en müsait olduğumuz andı. Dursaydı kalbim, işte tam o an. Ruhumu teslim etseydim ruhlar âlemine. Derdim bu kadar yaşamak yeter.
Ölüm güzel şey sonuçta. Ona kalbim nasıl dayanır ki benim? Pır pır uçan bir kelebek, özgürlüğünü ilan edip uçmak istiyor kozasına. Kanat çırpmak istiyor hayata. Bir kafese hapsedilmiş narin bir kelebek… Kalbimdir göğüs kafesine hapsedilmiş olan. Kalbimdir uçmak isteyen, kanatlarını çırpan…
“Al-lah, Al-lah, Al-lah…” diye atar ya hani can kuşu kafeste; kanat çırpıyor işte. Kurtulmak istiyor bu can tenden. Ten’den ötesine, Ten’den ötesindekine âşıktır çünkü o kelebekçik.
Merhamettir onu kendisine esir eden. Rahmettir onu hapseden. Mahkûmiyette Rahîmiyet vardır. Başıboş bırakmaya müsaade etmeyen bir merhamet sahibi vardır; önce kendisine, sonra o balığa bağlayan.
Pişene kadar, terhis olana kadar biz de ten kışlasında eğitim görürüz o zaman balıklar ve kuşlar arasında.
Bakarsınız, o balıklar kanatlanmış uçuyor; o kuşlar denizin derinliklerine dalıyor.
İzle ve gör sevgili, izle ve gör…