Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Haftanın filmi, izlemekten keyif aldığım ve severek izlediğim efsane filmlerden biri olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind. Bir dörtlük ile başlayalım. Filme ismini veren bir kıta.

“How happy is the blameless vestal’s lot?

The world forgetting, by the world forgot:

Eternal sunshine of the spotless mind!

Each prayer accepted, and each wish resigned”

 

“Ne mutludur masum rahibenin dostları

Dünya unutulmuş, dünyaca unutulmuş: 

Lekesiz zihnin sonsuz gün ışığı

Her dua kabul edilmiş ve her dilek gerçekleşmiştir”

Lekesiz zihnin sonsuz gün ışığı. 

Zihinler gerçekten de lekesiz mi, bir zihin nasıl lekesiz olabilir ki? 

Eğer lekeyi bir fırça darbesi, bir hatıra olarak değerlendirirsek üzerine çok konuşabileceğimiz bir dörtlük. Lekesiz olan zihnin, gün ışığı gibi insanların gözünü kör edebilecek derecede parlak olduğunu ve aslında o parlaklıkta hiçbir şeyin barınmadığını da söyleyebiliriz. Burada varlık mı yokluk mu sorusu akıllara gelebilir. Mesela var olanı yokluk ile bilmemiz gibi. Bizim yok dememiz onun yok olduğunu ispatlamaz. Sonsuzluk da insanlar için çok açık ve uçuk bir kavramdır. İnsanın algılaması neredeyse imkansız bir sanı diyebiliriz. 

“Unutan iyileşir” diyor Nietzsche. Varoluşçu filozoflarından olan Nietzsche, unutan bireyin daha mutlu ve huzurlu bir hayatı olduğunu vurgular. Ama unutmak, hatırlamayı da barındırmaz mı? Evrende her şeyin zıddı ile var olduğunu biliyoruz. Unutmak, sonrasında insanlara hatırlama ve yeniden devam etme kapısını da açıyor. Ya da unutulanın yerine daha güzelleri doldurma imkanı sunuyor.

Olacak olan olmuştur. Yaşadığımız her şey aslında olmuştur ve biz de bilmeden yaşıyoruz. O açıdan baktığımızda yeniden bir araya gelip birbirlerini bulmaları aslında bize yeniden buluyorlar gibi gelse de aslında ilk defa buluyorlar. Yaşananı bilmiyoruz, bilmeyen bizler yaşadıklarımıza ve karşımıza çıkan fırsatlara şaşıracak kadar aciz ve çaresizce şaşırıyoruz. 

Bu kadar felsefe yeter, filme dönecek olursak…

Filmin açılış sahnesinde Joel’in yatağında uyandığını ve hiçbir şeyden habersiz etrafına baktığını görüyoruz. Bir bebek gibi etrafından habersiz meraklı gözlerle bakıyor. Sanki dünyaya yeni gelmiş gibi. Dünya ve doğum mu? Unutmak…

Bir şey gerçekleşmeli ki sonra unutma olmalı. Bu aynı insanın yaratılışı ve dünyaya gelişi gibi değil mi? Kim olduğunu öğrenmeye çalışması ve kendini keşfetme yolculuğu da böylelikle başlıyor. İçinde yaşadığı boşluğu sürekli başka şeylerle doldurma çabası…
Unuttuğumuz bir şeyler var demek ki. Defterine baktığında koparılan sayfaları farkedip kopardığını hatırlamaması, tıpkı hayatta yaşadığımız boşluk anları ve dejavular gibi. 

Peki unutmak Nietzsche’nin dediği gibi iyileştiriyor mu? Unutan bizler ve ne olacağının farkında olmayan aciz insan, belki unutarak daha mutlu bir hayat sürebilir. Burada da ortaya insanın anlam arayışı giriyor. Sürekli arıyor, arıyor ve arıyor. Ne aradığını bilmese bile sürekli bu yolda ilerliyor. 

Joel, evden iş için çıktığında tren istasyonunda beklerken içinden bir ses “işe gitme ve Montauk sahiline git“ diyor. Ani bir kararla karşı perona geçip diğer yöne giden trene biniyor ve sahile iniyor. Kış ve soğuk olduğundan çok fazla insanın olmadığı sahilde bir kadın ile göz göze geliyor. Kadının ona uzaktan gülümseyerek selam verdiğini görüyoruz. Joel kendine biraz kızıyor, “her sana ilgi gösterene aşık olmak zorunda mısın” diyor. Biraz biraz karakterlerimizi de tanımaya başlıyoruz. Dönüş yolunda, trende aynı kadın. Birkaç kez bakıştıktan sonra Joel’in yanına geliyor ve “Daha önce tanışmış mıydık?” diyor ve muhabbet başlıyor. Birkaç dakika sonra da filmin jeneriği giriyor. 

Filmin devamında ise aslında filmin sondan başladığını ya da sona yakın bir yerden başladığını görüyoruz. Zaman kavramı üzerinde oynayan ve insanın bakış açısını değiştiren film, olayların hangi sıra ile olduğuna değil, nasıl olduğuna odaklanmamazı sağlıyor. 

Filmin bir sahnesinde, Joel hafızası silinirken kendisi ile karşılaşıyor. Biri o köşede, biri diğer köşede. Farklı evrenlerde var olan insan ve hatıraları gibi. Ya da insanın var olmadan önceki evrende kendisini izlemesi gibi.

Hem felsefik hem de psikolojik olarak başarılı olan film, karakter gelişimlerini ve durumları da başarı ile ele alıyor. Joel’in hatıralarından gördüğümüz kareler, karakterlerin gelişim ve değişimlerine de ışık tutuyor. Joel’in, Clementine’i saklamaya çalışırken gördüğümüz travmatik hatıraları onun aslında çocuklar tarafında zorbalanan, anne sevgisi görmemiş ve yalnız bir çocukluk geçirdiğini bizlere anlatıyor. Clementine hakkında o kadar bilgi sahibi olamasak da bazı diyaloglardan onun da Joel ile benzer, beğenilmemiş bir geçmişi olduğunu anlıyoruz.

Filmdeki renk kullanımı ve açılar da dikkate değer. Öncelikle Clementine’in saç renklerindeki değişimden bahsedebiliriz. Saç renginin değişmesinin ilk sebebi geçmiş ve bugünü ayırmak için kullanılan basit bir gösterge. İkinci olarak renklerin anlamlarını düşünürsek, kırmızı/turuncu hayatı, güneşi ve aşkı temsil ederken, mavi biraz daha depresif, ferah ve bilinmeyeni çağrıştırmakta. Mavi aslında rahatlatırken bir boğuculuk da barındırır içinde. Joel’in hafızasının silinmesinden kaçarken mekanlarda kullanılan spot ışıklar ve karmaşık geçişler sanki insan zihninin karmaşasını yansıtıyor.

Bu film hakkında sayfalarca yorum yazılabilir. Sayfalarca felsefe ve psikolojik analiz yapılabilir. Kendimce yazdığım sınırlı bilgi ve gözlemlerim ile bu kadar oldu diyelim. 

Başka film yorumlarında görüşmek üzere. Sağlıcakla kalın.

Arkadaşlarınızla paylaşmanız için...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir