Ölüm Güzel Şey, Budur Perde Ardından Haber

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Şu iki dizeyi aşamıyorum çok uzun süredir. Dilime takıldı durdu. İşin garip tarafı sadece bu beyite takılmam… Şiire devam edemiyorum. “Peygamber” kelimesinde düğümleniyor boğazım. Bir sözcük daha söylemekten aciz kalıyorum o anda. Bir harf bile ilerleyemiyorum. “Kapı kapı…” diye devam etmekte şiir ama ben devam edememekteyim. Söylediklerimin ağırlığı altında ezilmekle meşgul oluyorum o sıralarda. Ağzımdan çıkanları kulağım da duysun istiyorum. Kulağım da duysun ki zihnime ulaşsınlar. Ne söylediğimin bilincinde olmaya çalışıyorum. İdrak etmek istiyorum bu kelamı.

Bütün bu çabalarıma rağmen Farsça’dan dilimize geçmiş olan arkadaşımıza sıra gelince -Peygamber kelimesi olur kendileri- bütün dünya duruyor sanki. Benim, söylediklerimi anlamamı beklermiş gibi… Sanki cümle alem duruyor ve “Hadi!” diyor, “Anla! İdrak et bunları, hayatına hayat kıl. Hiçbir zaman ayrılma onlardan. Ölümün korkulacak bir şey olmadığını adından iyi bil. Ezberleme! Kendinden bir parça haline getir. Sen, o ol. Bırak, o da senin damarlarında dolaşsın, bütünleşsin seninle. İzin ver buna. Ondan kaçma, kabullen. Bak, üsve-i hasene (en güzel örnek anlamında Peygamber Efendimiz (s.a.v) için kullanılan, Kur’an-ı Kerim’de Azhab Suresi 21. Ayette geçen bir söz) ‘bile’ ‘En yüce dosta…’ diyerek ayrılmış bu dünyadan. Bil ki o korktuğun şeyin -eğer “iyi” bir hayat yaşamışsan- korkulacak hiçbir yanı yok. Hiçbir, yanı, yok.

Maddenin arkasındaki manayı okuma sevdasını seziyorum kalbinde. Gör; madde, ki ölümdür, bul onun arkasındaki anlamı. Ölüm’ün bir son olmadığını oku. Kabart kulaklarını, o sana seni ademe düşürmeyeceğini söyler. Maddeye kapat gözlerini, kulak kesil onun hal diliyle söylediklerine. Bir köprü olduğunu anlatıyor sana, bir yolculuk… Dünya misafirhanesinde yaptığın yüzlerce yolculuğa benzer bir yolculuk. Gidenlerin geri dön(e)miyor oluşu niye seni bu denli korkutuyor? Onların dönmeyişleri gittikleri yerin çok güzel olduğuna delalet etmez mi?

Hatırla, daha sen bu dünyada yok iken küçük bir damla (alak) vesilesiyle gönderildin buraya. O damla senin buraya gelmen için bir sebepti. Korkuyor musun alak’tan?

-Korkulacak ne var ki? Buraya gönderiliş yolculuğumdaki birçok “sebep”ten yalnızca birisi o.

-Gidiş yolundaki sebeplerden seni korkutan nedir?

-Hiç kimse dönmemiş, ya adem varsa?

-Efendimiz’in (o bütün alemlere gönderilmiş universal bir peygamberdir) dönüşü ve dönüşüne dair sözleri yetmiyor mu?

-…

Gözlerini daha sıkı yum, kulaklarına ağırlık ver. Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin kendisini şeb-i aruz (düğün günü) diye isimlendirmesini fısıldar sana. En güzel gün…

İddia ettiğinin aksine bir bilinmezlik de yok orada. Sen kendin burada karar veriyorsun nasıl muamele göreceğine. Buradaki yaşantına göre orada neler olacağı az çok belli. Orada ırmak, orada odun ne arar? Irmağı da odunu da sen götürüyorsun buradan. Peki tabii kocaman köşkleri veyahut ırmakları taşımak odun taşımaktan daha meşakkatli. Öyle olmasaydı köşklerin, ırmakların ne değeri kalırdı?

Ezbere söyleme bunları, tekrar ediyorum. İdrak et. Kendi benliğin haline getir. ‘Kimsin?’ sorusuna ‘Ben cennetim.’ de, ‘Aynı zamanda da cehennem. Ben hem ölümün ta kendisiyim, hem de doğum diye bilinirim.’ Daha rahat duyabilirsin artık. Ölümün sözlerini tekrar et, çünkü bundan sonra onlar aynı zamanda senin de sözlerin. ‘Burada doğan birisi buraya gelebilmek için başka bir alemde ölür. Burada ölen her varlık da başka bir zamanda veya başka bir alemde doğar. Ben insanım, ki bu benim kul mertebesine çıkabilecek potansiyelde olduğumu gösterir, ben köprüyüm aynı zamanda: yaşam ile ölüm arasında, gençlik ile yaşlılık arasında -şu an dünden daha yaşlı, yarından daha gencim-, en önemlisi de kalpler arasında. Bir kalpten başka bir kalbe kurulan köprüyüm ve daha başka köprüler kurmakla yükümlüyüm.

-Neden?

-Irmak toplamaya bir yerden başlamam gerekiyor çünkü.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *