Okyanus Etkisi

Okyanus Etkisi Okyanus Etkisi bir insan ile şans eseri tanışıp samimi olduğumuzda oluşan etkiye verilen isimdir. Çok da güzel bir isim verilmiş, aynı dalgaların git gel yaparak sürekli kumları, yosunları ve taşların yerini değiştirdiği gibi bizim de hayatlarımızı değiştiren insanların şu kısa ömrümüze dahil olmasını anlatıyor. Ancak müsaadenizle ben bu ifadede değişiklik önerisinde bulunmak istiyorum. Şans eseri değil de tevafuk ile karşılaştığımız insanlar desek, nasıl olur acaba?  Şimdi biraz anlatayım neden bu değişikliği yapmak istediğimi. Şans demek sanki fazla basit kaçıyor böyle muazzam bir durumu ifade etmek için. Düşünün ki karşınıza bir insan çıkıyor, belki de hiç beklemediğiniz, hiç ummadığınız bir anda veya umutsuzluk içerisinde olduğunuz bir anda. O insan ile beraber hayatınız yepyeni bir hal alıyor ve renkleniyor. Samimiyetin vermiş olduğu sıcaklık tekrardan hayata tutunmanızı sağlıyor. Tam “psikolojim bozuldu, mahvoldum!” dediğimiz bir anda hayatımıza giren o insanla birlikte yeni ufuklar beliriyor gözlerimizin önünde, yeni farkındalıklarla karşılaşıyoruz.  İşte bu sebepten değiştirmek istedim bu ifadeyi… Tabii belki de şanstır gerçekten. Öyle şanslıyızdır ki, o an bir uğurböceği gelip de elimize konmuş gibidir. Ancak bir taraftan da aklıma şu gelmiyor değil; hayatta karşılaştığım o kadar insan arasından öyle insanlarla samimi oldum ki, hepsi hayatıma ayrı ayrı anlamlar kattılar. Ufkumu genişlettiler, bilmediğim, duymadığım birçok şey öğrettiler, henüz fikir sahibi dahi olmadığım konuları anlamamı sağladılar ve hatta kitap okumaya başlamama vesile oldular. Bana bu kadar fazla değer katan, bu güzellikleri bana katmış olan insanlarla samimi olduktan sonra Okyanus Etkisi benim için sadece şans olmaktan çıkmış ve kaderin bir cilvesi haline gelmiş durumda. Tevafuklar, yanıma daha güzel, daha kaliteli insanlar kattıkça, benim de hayatıma güncelleme getirebilmem ve seviye atlayabilmem konusunda yardımcı oldu. Hem, bu sayede Bölüm Sonu Canavarlarını geçmek de daha kolay hale geldi. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Yıldızlı Düşünceler

Yıldızlı Düşünceler Geldi yine günün o vakti; insanın kendisiyle baş başa kaldığı, yalnızca kendi sesini duyabildiği an. Kimisi için tamamen yalnızlık, kimisi için de günün en can alıcı zamanı. Karanlığın çökmesiyle birlikte, insanın içine de karanlık çöküyor sanki. Duygular ve hisler fışkırmaya başlıyor. Sanki aydınlık, gün ışığı onlara zarar verirmişçesine… Belki de hayır, kendilerini göstermeye fırsat bulamıyorlar. Gün içinde insan, öyle bir koşuşturmacanın, curcunanın içinde ki, duygulara yer bile kalmıyor. Nihayet karanlık çöküyor, insanlar evlerine çekiliyor ve meydan yıldızlara, aya kalıyor. Ah evet, yıldızlar ve ay… İnsanı, karanlığın ortasında yalnız başına kalmışken, kendini ve duygularını sahneye davet ediyorlar. Çünkü biliyorlar ki insan, kısa bir süreliğine de olsa, artık bir başına. İşte tam da bu yüzden, bazısı için günün en huzurlu anı. Çünkü artık insanı dinleyecek, ona kulak verecek ve yargılamayacak, ısrarcı olmayacak, sadece gözlerinin içine bakarak yanında olduğunu hissettirecek dinleyicilere sahip. Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, kartpostallık bir manzaranın karşısında, insan kendini anlatmaya başlar ister istemez. Böylece insan, karanlığın ve sessizliğin kollarında kendi iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkar. Zihninde biriken düşünceler, gün boyunca üzerine örtülen perdelerden sıyrılıp yavaş yavaş sahneye çıkar. Pişmanlıklar, umutlar, belki de hiç dile gelmeyen hayaller ve korkular… Her biri, gökyüzündeki yıldızlar gibi tek tek görünür hale gelir. Bu an, belki de bir yüzleşmedir insan için. Kendisiyle baş başa kaldığı, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı bir mahkeme. Ama bu mahkemede ne savcı ne de hâkim vardır; sadece insanın kendisi ve yıldızlar. Tam da bu noktada, insan, düşüncelerinin ne kadar derin olabileceğini fark eder. Kendi sesini ilk defa duyar gibi olur. Belki bu ses bir uyarıdır, belki bir rehber, belki de sadece bir dost. Bu sessizlik, insana neyi hatırlatır? İçindeki fırtınaları mı, yoksa huzuru mu? Bu sorunun cevabı, karanlıkla kurulan ilişkiye bağlıdır. Çünkü karanlık, sadece bir örtüdür; altında ne olduğunu yalnızca insanın kendi bilebilir. Arkadaşlarınızla paylaşmanız için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Beyaz Yağmur

Beyaz Yağmur Yağmur var dışarıda, gözlerimi bir türlü açamıyorum ama biliyorum ki yağmur var, sağanak yağmurun getirdiği o kulaklarımın pasını silen sesi duyuyorum. Yatağımda değilim artık sanki.Yorgunluktan bitmiş, tükenmiş bir şekilde eve geldiğim gibi tek hedefim yatağıma ulaşmaktı. Gökyüzünde çakan şimşekleri görürken gök gürültüsünün sesini duymamak garip bir histi. Her saniye gökyüzünün ışıldaması görkemli bir manzaraydı. Bunlar yaşanırken aynı zamanda tek amacım yatağa atmaktı kendimi. Başım yastık ile buluştuğu anda da kendimi uyku alemine bıraktım. Gecenin bir vakti, saati bilmiyorum ama yağmur var dışarıda. Tek duyduğum yağmur damlalarının yere vurduğunda çıkardığı sesti. Başka hiç ses yok. Ne bir insan sesi ne bir kuş sesi ne de başka bir gürültü. Yağmur ve ben. Kalkıp pencereden sesini duyduğum yağmur ile göz göze gelmek istiyorum. Onunla bir olmak için. Gariptir ki kalkmayı geçtim gözümü dahi açamıyorum. ‘Yorgunluktan dolayı herhalde’ diyorum ve sadece sesleri dinlemeye devam ediyorum. Yağmur o kadar nazik ki onun nezaketi eşliğinde tekrar uykuya dönüyorum.Yine gece vakti ve yine yağmur var, devam ediyor ama bir önceki ile aynı yağmur değil. Bu sefer daha hüzünlü sanki. Sesler yine kulağımı okşuyor ve bu sefer gözlerimi açabiliyorum. Dışarısı tamamen karanlık yağmur tanelerini göremiyorum bile. Dışarıda bulunan tüm ışıklar sanki emilmiş. “Ama nasıl? Yağmurun kendisi mi acaba bunu yapan?” diye düşünmeden edemiyorum. Yatağımdan kalkmaya yelteniyorum ve evet başarılı bir deneme. Ama odamda değilim, odamdayım ama sanki benim bildiğim odam değil burası. Her şey değişik hissettiriyor. Pencereye yaklaşarak dışarıya daha dikkatli bir şekilde bakıyorum. Bazı yağmur damlaları beyaz. Gözlerimin önünden sanki ışık hızında beyaz renkler yere çarpıyor ve anında kayboluyor. Dışarıda bulunan tek ışıklar da bu beyaz damlacıklar. Elimi uzatıp pencereyi açıyorum ve yüzüme vuran serinliği hissediyorum. Yağmurun dokusu, tenimde bıraktığı o ferahlatıcı his, beni gerçekliğe biraz daha yaklaştırıyor. Beyaz damlacıkların sırrını çözmeye çalışırken, bir yandan da bu anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Damlaların beyaz ışıltısı ve yağmurun melodisi, ruhumun derinliklerindeki yorgunluğu alıp götürüyor sanki. Bu hüzünlü, ama bir o kadar da huzur verici yağmurda kaybolmuşken, kendimi ve etrafımı yeniden keşfediyorum. Yağmurun bu sihirli dokunuşu altında, aslında her şeyin değişebileceğini fark ediyorum. Ayaklarım beni yeniden yatağa götürüyor. Kapanan gözlerimle, yağmurun tatlı fısıltısına kendimi bırakıyor ve yeniden uykuya dalıyorum. Bu gece, yağmurla bir bütün olarak, rüyalarımda kayboluyorum. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Çayın Muhabbeti 

Ne güzel şey bu çay. Durduk yere aklınıza gelir, der ki beni şöyle güzelce bir demle de hasbihal edelim birbirimizle. Diyeceksiniz ki şimdi çay ile hasbihal mi olur? Çay, ince belli bardağa doldurulduğu anda kendine has rengiyle ilk önce bir göz teması kurar, selamlar sizleri. Sonra sıcaklığıyla beraber buharını gönderir, halinizi hatırınızı sorar. İşte o an, o güzel muhabbet başlar. Günün verdiği yorgunluğu, dertleri anlatmaya başlarsınız ister istemez.  O da karşılıksız bırakmaz sizi. İlk yudumunuzla beraber sıcaklığını hissettirir hemen size. Elini uzatıp size yardım etmek istediğini anlatır. Sonra bir bakmışsınız ki tüm yorgunluğunuzu almış, kafanızdaki dumanları dağıtmış bir anda. Farkında bile olmadan o denli hasbihal etmişsiniz ki, ne dert kalmış, ne tasa. Sadece dertleşmek için mi çay içeceğiz diye sorarsanız, hayır tabii ki. Düşünün ki kışın evinizin balkonunda oturuyorsunuz, dışarısı karlarla örtülmüş vaziyette, bembeyaz. O an içinizi ısıtacak bir şeyin eksikliğini hissediyorsunuz. Tam bu anda aklınıza hemen çay gelmediyse eğer, çay ile olan bağınızı bir gözden geçirmenizi isterim. O sizi soğuk veya sıcak demeden hiçbir yerde yalnız bırakmazken sizler de onu hatırınızdan çıkarmayın.  Eh tabii ki kimseyi çay içmeye zorlayamayız, vardır eminim aranızda çayı sevmeyenleriniz. Ama çaya olan sevdamızı sizlere de aktarmazsak haksızlık etmiş oluruz. Hem dertleşebildiğimiz hem muhabbet edebildiğimiz hem de her daim içimizi ısıtan bir şeyleri veya birilerini bulmak zor malumunuz. Ancak çay öyle bir yetişiyor ki imdadımıza bazen.. Oh be diyorum çay demlendi, rahatlamanın zamanı geldi. Sadece çayın kendisi değil çayın getirdiği insanlar, muhabbetler de cabası. Öyle dostluklara, sevdalara vesile oluyor ki unutmak imkansız.  Sözlerime çay ile ilgili çok sevdiğim bir söz ile son vermek istiyorum sevgili dostlar:  “Her şeyi salla ama çayı sallama.”

Gecikmeli Varış

Gecikmeli Varış Sonunda eve dönmenin verdiği bir heyecan. En son eve gitmemin üzerinden iki ay geçmiş ve yaşadığım yoğunluk sonrasında eve gidip zihnimi boşaltabileceğim düşüncesi hakim. Bu heyecanla birlikte tren garına doğru yol alıyorum. Kısa bir bekleyiş sonrasında trene atlayıp koltuğuma oturuyorum. Tren hareket ediyor ve kendimi dinlediğim müziğe bırakıyorum. Bir süre sonra tren, seyahat planında yer almayan bir durakta duruyor. Diğer yolcular gibi şaşkınlıkla koltuğumda hareketleniyorum. Tüm merakları gideren o anons geliyor: “Yaşanan fırtınadan dolayı hareket edemiyoruz, gelişmeler oldukça sizi bilgilendireceğiz.” Merak giderilmişti ama bu sefer endişe hemen akın etmişti beynimize. Ne kadar sürecek, devam edebilecek miyiz… Ha bu arada durduğumuz durak küçücük bir köyden başka bir yer değildi, yakınlarda ne bir market ne de herhangi bir yaşam belirtisi görmek mümkün değildi. Diğer yolcularla beraber “Kimsin, ne yapıyorsun?” tarzında muhabbetler başladı ister istemez. Aramızda konuştuğumuz dili bilmeyen bir kişi de vardı ve ona da neler olduğunu çeviriyorduk. Bir anda hiçbir şekilde birbirini tanımayan insanların durum gereği birbiriyle sıcak bir şekilde muhabbet etmeye başlaması ne kadar ilginçtir. Telefon ile konuşan bir yolcunun gülerek “Ne elektrik var, ne yiyecek var ne de su var, bildiğin hayat yok şu an.” ifadeleri ile herkesi güldürmeyi başarmıştı. Bu sırada tren görevlileri su ve atıştırmalık dağıttı ki o anda böyle bir değişikliğe kesinlikle ihtiyacımız vardı. Derken üç saatin sonunda gelen yeni bir anons. Cümlenin “Maalesef” ile başlamasıyla beraber hepimizin yüzlerinin düşmesi bir oldu. Yeni gelen bilgiye göre fırtına dolayısıyla güzergah üzerinde bir bölgede raylara ağaç düşmüştü ve tüm tren seferleri iptal edilmişti. Onarım süresi ise tahmini 8-10 saat kadardı. Evet, sanırım bunu duyduğumuz vakit verdiğimiz tepkileri tahmin edebiliyorsunuzdur. Herkes bir anda telefonlara sarılmış, hem yakınlarıyla durumu konuşuyor hem de diğer yolcularla alternatifleri tartışıyordu. Az önce ne kadar tenha bir yerde olduğumdan bahsetmiştim değil mi? Başka herhangi bir yolumuz yoktu, taksi çağırmak dışında tabii. Fakat gitmek istediğimiz yerin uzaklığı düşünüldüğünde ödeyeceğimiz miktar hiç mantıklı gelmiyordu. Bu sırada yeni bir anons daha. Alternatif bir fikir ortaya atılmıştı. Geldiğimiz yere doğru dönerek, şu anki güzergahın etrafından dolaşacaktık. Hiç olmazsa yolumuza devam edebileceğimizi öğrenmiş olmak içimize su serpmişti. Yola çıkabilmemiz ise bir iki saatimizi daha almıştı. Fakat hareket ettiğimiz anda herkese tekrar bir rahatlık ve sakinlik çöktü, en nihayetinde geç de olsa yolculuk devam etti. Dört saat sonunda evde olacağımı düşündüğüm bu yolculuk bir anda 10 saat süren bir maceraya dönüşmüştü. İnsanların zor durumda kaldığında birbirine verdiği destek, zor durumda olunsa dahi sürekli bir çözüm arayışında olmak ve o durumda bile birilerinin herkesi güldürmeyi başarması bu hikayenin tatlı tarafını oluşturdu. Eve vardığımda nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum bile. Emin olduğum tek şey ise, uyumadan önce bizlerle sürekli iletişim halinde olan tren görevlilerinin yola çıkabildiğimiz anda “Bizler kahraman değiliz, asıl kahramanlar sizlersiniz.” ifadelerinin kafamda sürekli tekrar etmesiydi.

Humboldt ve Eğitim İdeali

Eğitim dediğimiz zaman aklımızda canlanan en basitinden, okuldur. ‘Eğitim hayatı’, ‘eğitim geçmişi’ gibi ifadeler kullanarak katettiğimiz dereceyi belirtiriz. Aslında bu kadar basit değildir. Her okula giden insan için eğitimli diyemeyeceğimiz gibi sadece okul hayatına bakarak eğitimsiz bir insan diyemeyiz. Berlin’de bulunan Humboldt Üniversitesi’nin kurucularından olan Prusyalı Wilhelm von Humboldt bir devlet adamı, dilbilimci ve filozoftur. Günümüz eğitim sisteminin temelinin atılmasında etkisinin büyük olduğunu söyleyebileceğimiz eğitim teorisi ile bilinen Humboldt, aynı zamanda 1809-1810 yıllarında Prusya İçişleri Bakanlığı’nda Kültür ve Eğitim departmanı başkanlığı görevini üstlenir. Eğitim teorisinde en çok dikkat çeken noktalardan birisi, eğitim ve araştırmanın bir arada yürütülmesi gerektiğidir, ki bu sistem günümüz üniversitelerinin uygulamış olduğu sistemdir.  Humboldt için eğitimin amacı basit gözükse de aslında oldukça zordur: insanın kendisini bulmasını sağlamaktır. Yani, insanın insan olma yolculuğunda amacına ulaştıran bir araçtır. Humboldt’un eğitim anlayışında asıl hedef insanın mesleki eğitiminden ziyade bireylerin karakter gelişimidir. Kişi kendi yeteneklerini özgür bir şekilde geliştirip bu yolda gerekli eğitimleri aldığı takdirde topluma yararlı bireyler haline gelecekleri fikrini savunur. Bu yolda eğitim verilirken, önem verilmesi gereken bir diğer nokta da bireyin ahlaki eğitimidir. İnsan nefsi, hep daha fazlasını ister ve bu yolda gözünü karartabilir. Bu durum, kişinin kendisine ve etrafındakilere zarar vermesiyle sonuçlanabilir. Ve bu Humboldt’un ahlaki eğitim sürecinde engellenmesi gereken bir durumdur. Önerdiği önlem ise insanın içindeki güçlerin geliştirilmesi aşamasında orantılı bir büyüme gerçekleştirilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada etik ve ahlaki değerlerin öğretilmesi ve kişiye aktarılması gerekmektedir. Yani olgunluk dediğimiz seviyeye gelmesi için gidilen yol, insan için eğitim sürecinin ta kendisidir. Humboldt için, dil eğitimi önemli bir yere sahiptir. Eğitim teorisinde, diller aracılığıyla kişinin dış dünya ile alışveriş yapabilmesi sayesinde dil eğitimine özellikle vurgu yapmaktadır. Dilin kullanımı ile kişi etrafı ile iletişim haline girer ve dilin kullanımı ne kadar iyi olursa iletişim o kadar kolaylaşır. Hatta bu yolla beraber farklı çevrelere ulaşılabilir, farklı mesajlar verilebilir. Bu yüzden ana dilin öğrenilmesinin yanında yabancı dillerin öğrenilmesi Humboldt tarafından özellikle vurgulanmıştır. Her dilin kendine ait karakteristik özellikleri bulunur. Farklı kelimeler, farklı ifadeler ve o bölgenin kültürüne ait özellikler taşır. Bu sebeple yeni bir dil öğrenilmesi yeni bir kültüre, yeni insanlara kapı açar. Aynı zamanda yeni bir dünya görüşü anlamına gelir. İnsan, sürekli içinde bulunduğu ortam ve çevre dışında farklı bir dilde ve yeni şeyler düşünmeye başlar. Bu sayede görüş açısı genişler ve dünyaya başka bir açıdan bakmayı öğrenir.

Oblomovka Hastalığı

Birçoğunuzun bu hastalığı daha önce duymadığına eminim. Zaten bu hastalığın resmi olarak kayıtlarda geçtiğini bile zannetmiyorum. İvan Gonçarov, yazmış olduğu “Oblomov” eserinde bu hastalıktan bahseder. Bu hastalığa yakalanıp yakalanmamak bizim elimizde, o yüzden yakalanmamaya dikkat etmek lazım. Şimdi neymiş bu hastalık bir göz atalım. Rusya’da yaşayan eğitim görmüş ve toprak sahibi bir şahsiyet olan Oblomov, hep sakin ve tantanasız bir hayat yaşamayı hayal eder. Yaşantısı tamamen rahatlık üzerine kuruludur ve evi düzensizlik içerisindedir. Bunun yanısıra sahip olduğu topraklarda bazı sorunlar çıkar. Bu sorunlarının bilincinde olup yerinden kalkıp bir seyler yapmasi gerektiğinin de gayet farkındadır. Fakat harekete geçmeye gelince kılını kıpırdatamaz. Her gün öğlen saatlerine kadar uyur ve tüm gününü sadece yapması gereken şeyleri düşünerek geçirir. Sonuç olarak bir şey yapamadan günler gelir geçer.  Ştoltz ise Oblomov’ un en iyi arkadaşı olup sürekli çalışan, her konuda bilgi sahibi, kültürlü ve idealleri olan bir şahsiyettir. Çalışmayı ve öğrenmeyi adet edinen Ştoltz, hayatının her anında gezer, çalışır ve didinir. Ailesini göz ardı etmez ve çevresindekileri de hareketlendirmeye çalışır. Gayretli olması hasebiyle değerli arkadaşını bulunduğu bu durumdan kurtarmak için elinden geleni yapar. Oblomov’u gezmeye götürür, farklı insanlarla tanıştırır. Hayatına yeni heyecanlar katmak için çabalar. Dostunu Oblomovka Hastalığı diye adlandırdığı bu hastalıktan kurtarmak için elinden geleni yapar ve nefsine karşı güçlenmesine yardımcı olmaya çalışır.   Aslında herkesin içinde bir Oblomov ve bir Ştoltz yok mudur? İçimizdeki bu tembellik ve üretkenlik sürekli bir çatışma içinde değil midir? Birçok insan hayatındaki seçimlerini gozden gecirip bu savaşın galibi olurken, Oblomov yerinden kıpırdamak istemez çünkü bulunduğu yerden memnundur. Her ne kadar her şeyin farkında ise de ilk adımı atmaya her daim üşenir. Ştoltz ise tam tersidir. İdealleri için hiçbir zaman harekete geçmekten geri durmaz. Üşenmeye dahi zamanı yoktur. Bu yolda ilerlerken sadece kendisi için değil, aynı zamanda çevresindekileri de kendi doğrularını bulmaları için harekete geçirmeye çalışır. En nihayetinde, insanin icindeki bu ikilemde hangisinin sözüne kulak vereceği kendisine kalmıştır. Oblomovka hastalığına yakalanmamanız dileğiyle…

Farklı Kapılar

Farklı dünyalara açılan kapılar istiyorum bazen. Kapının türü veya hangi maddeden yapıldığı hiç önemli değil, ahşap da olur metal de. Bir kale kapısı da olur, bir köy evi kapısı da. Sonuçta hepsinin beni çıkaracağı yer aynı: Yeni bir dünya. Bu kapılar ilk olarak beni, kendi gerçekliğimden koparıp farklı diyarlara sürükleyecek ama bu çekiştirmenin sonucunda aynı yere çıkacağım, farklı bir dünyaya. İşte bunu istiyorum. Kristal bir kapı, renklerin dans ettiği, her tonun birbirine karıştığı bir zarafet abidesi. Sanki renkler anlaşma yapmış kendi aralarında. Belirli bir uyum içinde şekilleniyor ve ortaya şaheseri bir resim çıkarıyorlar bir anda. Durmuyor renkler, her an farklı bir resim, her an farklı bir görüntü hitap ediyor gözlere.  İşte sürüklenip götürüldüğüm o an. Artık farklı bir yerdeyim. Yepyeni bir dünya, benim yaşadığım dünyadan çok daha enteresan. Burada ay, üç kat daha büyük ve gökyüzüne baktığımda gözlerim kamaşıyor. Sırtımda bir kılıç hayır, iki tane kılıç var, yeni fark ediyorum. Kılıçlar sesleniyor “gümüş canavardır, çelik ise insan, ancak kırılır ikisi de savunması olmadan”. Kılıçları alıp çimenlere bırakıyorum. Rüzgarın uğultusu kulağımı okşarken, ayın parıltıları kılıçların fevkaladeliğini yüzüme yansıtıyor. Birisi Katana, uzun, ince ve su damlasını kesebilecek kadar keskin. Üstünde sadece antik bir dile ait olduğunu anlayabildiğim ve mor renginde parlayan karakterler var. İkinci kılıç, benim de rengim var dercesine yeşil bir ışıkla gözlerimi alıyor. Benzer karakterler onun üzerinde de var. Kristal kapının bana sundukları bunlar herhalde, yeşil ve mor.  Yanlış anlamayın, renkler değil mühim olan, renklerin bana getirdikleri. Çünkü daha kendi iç dünyama açılan kapının renklerinin ne olduğunu bilmiyorum, henüz tam olarak keşfedebilmiş değilim. Bu yüzden bu kapılar bana mavi de getirse erguvan da getirse kabul etmeye hazırım. Keşfederek anlamak istiyorum. Yeni dünyaları sırf yenilik olması için istemiyorum, kendimi keşfetmek için de arzuluyorum. Kendimi bildim bileli içinde yaşadığım kapı nasıl görünüyor mesela, bilmiyorum. Bu kapının ardında ki yaşantı nasıl, ne denli fırtınalar dönüyor tam bilemiyorum. Başka kapılardan geçip görmem gerekiyor anlayabilmem için. Gözlemleyip, fark edip, sonra da kendi kapıma dönüp benzerlikleri ve farklılıkları anlamak istiyorum. Yeşil ve mor, benim kapımda görüyorum. Az da olsa bu renkleri seçebiliyorum artık. Daha önce fark edememiştim. Hep oradaydılar ve ben mi yeni fark ettim? Yoksa bu renkler yeni dünyadan geldiği için ben mi onları orada görmek istiyorum. Sanırım bu sorunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğim. Belki de zaten bilmemem gerekiyordur cevabı. Bu andan itibaren yapmam gereken şey ise artık bu renklerin farkındalığı ile yaşamak. Her gördüğüm yerde nasıl farkına vardığımı hatırlayıp o anın değerini bilmek. Peki o renklerin parlattığı yazılar? Renkler ile bir bağlantısı var mıydı, yoksa sadece renkleri fark etmem için orada olan bir takım işaretten mi ibaretti? Her açılan kapıdan her şeyi fark edebilmem de biraz zor gibi gözüküyor anlaşılan. Renklerdi bu sefer dikkatimi çeken ve hayatıma kattığım. O işaretleri anlamak için de yeni yeni kapılardan geçip daha başka şeyler öğrenmem gerekiyor olabilir. Hah, bu bile yeni bir farkındalık… Ah, kapılar demiştik, farklı dünyalara açılsalar da aynı yere çıkıyorlar. Renklere çıkıyoruz yolun sonunda ama renkler hep farklı. Yolun sonu fark ediyor mu acaba…?

Haiku 

Şiir… Çok farklı bir dünya. Ne bir düzyazı kadar sıradan, ne de bir masal kadar fantastik. İnsanı, duygularıyla oradan oraya sürükleyebilecek kadar güçlü aynı zamanda. Bazen 4 mısradan oluşan, bazen 8 mısradan oluşan bazen de sadece 2 mısradan oluşan o büyülü sözcükler, içimizdeki duyguları en mükemmel şekilde canlandırmayı başarırlar. Her insanın içinde farklı duygular oluşturma potansiyeline sahiptirler. Birinde özlem, bir diğerinde hüzün, bir diğerinde ise gerginlik. Belki de tam olarak bu yüzden şiir, bizi alır ve kendi içimizde bir yolculuğa çıkarır.  Heian dönemi, Japonya tarihinde altın çağ olarak gösterilebilir. Saray aristokrasisinin aktif olarak yeni bir estetik arayışı içerisinde olması sebebiyle edebiyat ve sanat alanında önemli gelişmeler gösterilmiştir. Bu dönem ele alındığında edebiyat ve sanat alanında birçok yenilik ve gelişme gözlemlenebilir. Dönemin en dikkat çıkan edebiyat eserleri arasında Waka tarzı şiirler görülmektedir. Bu şiir türü 5-7-5-7-7 ölçüsü ile yazılır. Heian dönemi aynı zamanda Japonya’nın, Çin’den oldukça etkilendiği bir dönemdir. Edebiyattan da etkilenen Japon şairler, doğa ve doğanın güzelliklerini daha fazla vurgulamaya başlar. İlerleyen dönemlerde Waka şiirleriyle beraber, Çin’den alınan ilhamların devamı ile ‘Haika no renga’ adında yeni bir şiir akımı gelişir. Birçok şairin bir araya gelerek, sırayla dizeler yazdığı ve sonunda uzun bir şiir zinciri oluşturduğu bu akım, Haiku’nun ortaya çıkmasında önemli rol oynar. Haiku, Waka tarzı şiirden daha kısa olarak 5-7-5 ölçüsünde yazılır. 17. yüzyıla gelindiğinde ise hayatının büyük bir kısmını yolculuk ederek ve şiirler yazarak geçiren Matsuo Bashō, Haiku tarzının en büyük şairi olarak gözler önüne çıkar. Bashō, şiirlerinde özellikle mevsimsel ve doğayı vurgulayan kelimeler kullanır. İnsanın kendisini yansıtmasını da hedefleyerek, anın büyüsünü yaşarken kısa bir şekilde, belirli kelimelerle ifade edilmesi Haiku şiirinin en önemli özellikleridir. İşte Bashō’nun yazdığı en iyi Haiku’lardan birkaç örnek: Eski, sessiz bir gölet.Bir kurbağa gölete atlar,Sıçrama! Yine sessizlik. Sonbahar ay ışığı-bir solucan sessizce kazarkestanenin içine. Alacakaranlık yağmurundabu parlak renkli ebegümeci –Güzel bir gün batımı. Haiku’nun yükselişe geçmesiyle beraber halk, bu türü esinlenerek farklı şekillerde yazmayı dener. 19. ve 20. yüzyıllarda batı etkisi ile beraber tamamen farklı bir forma dönüşmeye başlayan tür, artık daha serbest stilde, dil bilgisi kurallarının ve hece ölçüsünün daha esnek kullanıldığı bir hale bürünür. Bununla beraber yaşadığımız zamana kadar gelmiş olan Haiku, büyük ilgiyle takip edilen türlerden birisi konumundadır. Hala farklı teknikler ile denense de, orijinal formu olan 5-7-5 ölçüsü ile de kullanılmaya devam etmektedir. Japonca “Kigo”, yani “mevsimlere özgü kelime”ler kullanarak, yaşadığı mevsimin güzelliklerini çağrıştıracak ifadeler ile insan, içinde bulunduğu o güzellikleri daha da ayrıntılı gözlemleme fırsatı bulur. Bu yaptığı gözlemler ile o anın gerçekliği ve yaratılan güzelliklerin bir kez daha farkına vararak kendisini ifade etme fırsatı bulur. Dünya, doğa ve kendisini bir araya getirerek kendi dünyasını, dışarıdaki dünyayı ve o anı harmanlayarak bir şiir ortaya çıkarır. Sade ve kısa ifadeler kullanmasıyla da beraber o an içerisindeki hislerini bulandırmadan, kaybolmadan en basit ve öz haliyle yazıya döker.  Bashō’nun önemli bir figür olarak bulunduğu ve asırlardır yazılmaya devam eden bu şiir türü, belki de insanın kendisini ve etrafını gözlemleyip, fark etmesi adına edebiyatı kullanabileceği en iyi yöntemlerden birisidir. Kendi Haiku şiirimle sizleri de denemeye davet ediyorum.. かぜがふる                 Rüzgar esiyorはなといっしょに     Çiçeklerle beraberこのよるに                 Bu gece

Tekerlemeler 

İletişim dendiği zaman aklımıza ilk olarak dil ve mimikler gelir. Hangisinin daha önemli olduğu konusu ise görecelidir; fakat dil ve mimikler, iletişimde kendilerince ayrı ayrı önemli yer edinirler. Dil, duygularımızı ve fikirlerimizi en rahat ve en açık şekilde ifade edebildiğimiz iletişim aracıdır. Bilgi, his ve olay aktarımı yapabildiğimiz dil sadece bununla kalmayıp bizlere aynı zamanda çok eğlenceli fırsatlar sunar. Dilin esnekliği ile beraber yapılabilen şakalar, metaforik ifadeler ile insanlar birbirlerini güldürme imkanı bulur.  Bu fırsatlardan birisi de tekerlemelerdir. Sözlüklerde ”ağızda yuvarlanan söz, saçma sapan söz, eş sesli kelimelerle kurulu konuşma” anlamlarına gelen tekerleme masal, öykü, bilmece, halk tiyatrosu gibi bazı edebi türler içinde veya bağımsız olarak söylenen ölçülü ve kafiyeli sözlerdir.Tekerlemeler, söz, sözcük ve seslerin benzerliklerinden faydalanarak söylenen, yarı anlamlı, hoş cümlelerdir. Ölçülü ve kafiyeli olan basmakalıp sözler denebilir. Bir nevi söz cambazlığı adı da verebileceğimiz tekerlemeler tamamen anlamsız ifadelerden de oluşabilir. Çocuk folklorunda hoşça vakit geçirmek, ebe seçmek ve konuşma kabiliyeti kazanmak için kullanılan sözlerdir.“Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortadaki su şişesi.” örneğinde görüldüğü üzere, ses benzerliği üzerine kurulu olan bu tekerleme, dilin anlamsal yönünden ziyade eğlenceli bir ses kullanımına odaklanmaktadır. Tekerlemeler, dilin ses yapısını ve ritmini vurgulayarak dinleyicilerde hoş bir kulağa sahip olma hissi uyandırır ve dil becerilerini geliştirmede önemli bir rol oynarlar. Tekerlemeler, çocukların eğlenmesine yardımcı olduğu gibi dil ve hafızalarının gelişiminde de büyük rol oynamaktadır. Tekerlemeler hem dilin içerdiği sesleri hem de cümle yapılarını anlama açısından çocuklara destek olmaktadır. Bu şekilde konuşma becerilerini geliştiren etkili bir yöntem haline gelir. Bunun yanı sıra anlamı olsun veya olmasın benzer seslerin bir araya geldiği tekerlemeleri öğrenmeleri aracılığıyla ezber yeteneklerinin gelişmesine de katkı sağlar. Sadece kişisel gelişim değil aynı zamanda birlikte eğlenme, öğrenme bilincinin kazanılması da sosyal gelişim açısından kişileri destekler niteliktedir. Tekerlemeler, yukarıda saydığımız noktalarla beraber, çocukların hem dil becerilerini hem de sosyal becerilerini eğlenceli bir yolla  geliştirebilecekleri bir fırsat sunar. Bu fırsat aynı zamanda toplum karşısında utanç duyduğundan dolayı konuşmakta zorlanan çocuklar için bir yöntem olarak düşünülebilir. Tekerlemelerden bu kadar bahsetmişken sizlere bir tekerleme ile meydan okumazsam yazı eksik kalır, hodri meydan: Muvaffakiyetsizleştiriveremeyebileceklerimizdenmişsinizcesine.