Sarı Sayfa

Sarı Sayfa Miranda Mart 15, 2024 Zaman sanki, beni kollarına almış ninni söylüyordu. Battaniyeler arasında sallanan bedenim sıcaklığa alıştı gittikçe, sonra ağlamayı kestim, kendimi hayatın ellerine teslim ettim. Otobüse her bindiğimde, oh be diyorum, hâla Türkiye’deki günlerimi hatırlatan bir şeyler yapıyorum, uzunca bekliyorum bir otobüsü mesela, belki gelmez diye korkuyorum, duraklarının adını bilmedigim yerlerden geçiyorum, kırmızı harfler akıp gidiyor şerit şerit, sanki hayat bana alt yazı geçiyor. Kartpostallarda adresi yazdığımız yer vardır ya hani, onun gibi işte. Gözlerim yaşarıyor sonra, gözlerim yas arıyor. Onlar bile kalbim gibi sımsıcak, sevgi kokan bir şeyler arıyor. Ne gibi şeyler, ben bile bilmiyorum. Papatyalar vardı eski yazlarda, sarısı bir ayrı kokardı. Sevgiyle koparırdık onları topraklarından, sonra sevgiyle yapraklarını yolardık, onlar kadar beyaz değildik ya, kıskanırdık. Sonra makyajımı çıkarmaya üşeniyorum, oturup ağlıyorum ben de, siyah gözyaşlarım kirpiklerimi karartıyor. Bayramlardan bir bayramdı. Ben annemle babamın bayramını en son kutladım. Bayramlardan bir bayramdı, beni kardeşim uyandırmadı sabahın beşinde. Bayramlardan bir bayramdı ve ben yalnızdım. Ama zor geliyor yaşamak, zor olmasa bile nefes almak. İşte öyle günler, otobüs yavaş yavaş giderken gideceğim yere, yetişmek için acele bile etmezken şoför, ben de durgunlaşıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Arabam olsa kendim sürerdim diye aklımdan bile geçmiyor, bir şeyi de ben yapmayayım, bir şey de eskisi gibi kalsın. Arka koltukta kemerini takan o babasının kızı olayım. Olmaz mı? Şimdi evleri ülkeminkine benzemeyen sokaklardan birinde, bisikletli bir çocuk bana İstanbula son gidişimi hatırlatıyor. Arabadaydım, trafik vardı, sahile beş adım ötedeki bir yolda, martıların uçtuğu esintilerin, arada bir açık olan arabanın camından benim saçlarıma uğradığı bir kaldırıma yakındık. Bisikletiyle bir çocuk geçti yanımdan, gülümsedi sonra el salladı. O zaman, işte tam da o zaman karar vermiştim İstanbulla ilgili bir şeyler yazmaya, sonra kaldı, yazmadım. Keşke yazsaydım ama, nasıl hissettiğimi hatırlamayı öyle çok isterdim ki. Anılarını harflere kazıyarak yaşayan bir kız olmak istemezdim oysa. Anılar zihnimden silinerek buğulu bir hal alırken, harflerden başka saklanacak yerleri yok ama onların. Ve şimdi dönme dolap misali, hayatımın kendini tekrar edişini izliyorum yalnızca. İstanbulun denize bakan tarafında vapurların sesi inleyerek gökyüzüne karışırken, batan güneş dökülmüş beton apartmanların pencerelerinden göz kırparken bana, içimden geçen özlem hissini anlatamazdım ama kelimelerle. Siz gelecekteki bir özlemi, şimdiye yamayarak tatmanın o acı ve hazin tınısını bildiniz mi? İçimdekileri dökmediğimde boğulduğumu fark ettim. Sonra bazı bazı içime bir hüzün çökerdi. Hayatın kokusu burnuma farklı gelirdi. Cem Karaca anlardı beni o zamanlarda, martılı bir vapur sesi gelirdi şarkısının ardından, çınarlı ve kubbeli mavi bir limandan söz ederdi, dinlerdim. Bir insan çok yorgun olduğunu işte ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Fakat beni bekleme diyeceğiniz biri bile yoksa eğer karşınızda, işte o zamanları şarkılar bile acı veriyor insana. Acizliğimiz nedense gözlerimi yaşartıyor. Biz: insanoğlu, hiçbir şeye tam olarak istesek de yetemeyiz. Ne denli eksik olduğumuzu fark ettiğiniz o küçük anlarda, yerini bilmenin vermiş olduğu o çöküşü yaşıyorum sessizce ama çok sessizce. Bu üzülüşlerim, çaresizliğimin de vermiş olduğu yıkılışlara dönüşmeden önce tutunacak bir şeyler arıyorum. Tutunacak yalnızca bir şey var! Sonra ellerimi açarak haykırmak istiyorum ama kelimeler imdadıma yetişmiyor, “Sen benim ne istediğimi biliyorsun.” demek çok kolaya kaçmak olmaz mı? Yoksa nihayetinde bir anne de eninde sonunda bebeğinin acıkacağını ve onu emzirmesi gerektiğini bilir. Ama bebeğin haykırışlarla karışık ağlaması annenin onun içindekileri daha iyi hissetmesine sebebiyet vermez mi? Küçüklüğünü hatırlıyor insan yalnız kaldığında. Anılar dediğiniz şeylerin, unutulmuş bir şarkıdan farkı yok aslında. Doksanlardan kalmış bir şarkı çalar radyoda, yağmurludur hava, bir tiyatro çıkışıdır mesela. Arabaya doluşmuş, yolun kırmızılı akıcılığında dekoru, senaryoyu yahut oyuncuları tartışıyorsunuzdur. Fark ediyorsunuzdur sonra, oyunun on beş dakikasının evde yapacaklarınızı düşünmekten hiçbir kelimesini duymadığınızı. Öyle zamanların birinde, ve tiyatro dönüşünde, radyo size tüm yağmurlu günleri bir şarkıya sıkıştırmışçasına bestelenmiş eski bir şarkı çalar, bildiğiniz. Hatırlarsınız o zaman, bu şarkıyı severken ve dinlerken olduğunuz hali, yeri, zamanı. Tekrar dinlerim sanırsınız ama radyoda veya bir deniz kenarı balıkçısında çalmadıkları sürece ismi ya da sözleri hatrınıza bile gelmez. İnsan ya, sevdiğini bile unutur. Ve biz, insanlar, yine sevilmekle sonsuzluğa ereceğimizi düşünüyoruz. Hayatın sonlu yolunda hüsranla iç çekiyoruz sonra. Allahım diyorum, yardım et bana, ağlayabileyim artık, senin için, ağlayabileyim saatlerce. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hayatın Değeri

Hayatın Değeri Miranda Şubat 15, 2024 Yaşlı adam sonbaharın getirdiği esintileri dinliyor, yaprakların hışırtısıyla birlikte içinde yeni hisler doğuyordu. Yaşlı adam torununa baktı. Genç, üşüdüğü için içeri girmişti. Sobaya birkaç odun ekliyor, sobanın odayı ısıtması için yıpranmış ve oldukça eski olan gazete kupürlerini sobaya atıyordu. Henüz on iki yaşında olmasına rağmen her hafta sonu dedesinin yanına gelir ve ona yardım ederdi. Dedesi, ona göre epey yaşlı idi. Sobanın üst kısmına demliği koydu ve çaydanlığın kapağını kapattı. Sobanın alt kısmındaki közlenmiş patatesleri çıkartıp bir tepsiye koydu. Bir aralık dedesine baktı. Dedesi dışarıda bir adamla konuşuyor, konuşurken gülüyor, arada bir hülyalara dalıyordu. Bir an dedesinin yüzü epey bir soldu ve kaşları havaya kalktı. Şimdi o sevecen bakışların yerini bir ciddilik, bir hüsran almıştı. Adam, yaşlı adama bir zarf uzattıktan sonra gitti. Çocuk merakla dükkândan çıkıp dedesinin yanına doğru ilerledi: – Ne oldu dedeciğim? Bir şeye mi üzüldün? Yoksa o adam sana kötü bir şey mi söyledi? Dedesi çocuğun yüzüne bakmadan: – Çay koy çocuğum, çay koy, dedi – Patatesleri de getireyim mi? – Masanın üstündeki helvayı getirsen daha iyi olur. Çocuk bir koşu gidip dükkâna ve ahşap masanın üzerindeki tepsiyi alıp üzerine bardakları yerleştirdi. Ardından çaydanlığı da tepsiye koydu. Plastik bir çekmeceden yaklaşık kırk yıllık olan antika çay kaşıkları çıkartıp bardakların içine bıraktı. En alt bölmeden ise dört adet kesme şeker aldı ve dedesinin yanına gitti. Ceviz kakma taburelerden birini çekti ve oturdu. Kasvetli rüzgâr saçlarını geriye savurdu. Şimdi çocuğun beyaz yüzü daha iyi görülebiliyordu: – Dedeciğim içeride içseydik çayı. Bak hava soğuk, hasta olacaksın. Bunları söylerken çayı bardaklara dolduruyordu. Çayın buğusu ise havada süzülüp kayboldu. Yaşlı adam soğuk rüzgârdan dolayı dolmuş gözlerini kapattı ve açtı. – Bu hayat çay gibi evlat. Kimisi açık içer kimisi demli. Çocuk dedesinin yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu. “Yine eski anılara daldı, herhalde yaşlılığın belirtileri” dedi içinden. – Bazıları çayın yanına pasta ister, helva ister, bunlar arkadaşlardır. Hayatında arkadaşların olmalı, çayın yanında iyi giderler. Bazıları şekeri tercih eder, insanlarla iç içe olmak isterler. Şeker yakın akrabadır, komşu, dost. Kimisi ne şeker ister ne tatlı bir şey. Onlar yalnızdırlar, kimsesiz, tek başına. Bazıları ömrü bitmesin ister, çayı yavaş içerler ama onlar hayatın güzelliklerinden yoksun kalırlar. Çay o zamana kadar soğur, acı bir hal alır. Kimisi ise çayı hızlı içer, onlar da hayatın tadına varamazlar. Aslında ne olursa olsun, istersen çayı yavaş iç, istersen hızlı, çay eninde sonunda biter. Geriye ne mi kalır? Birkaç çay tanesi… Senden kalanlar, hatıralar, yaşananlar, geride bıraktıkların… Ve en son da bardaklar da yıkanır ve yeni insanlar temiz bardaklarda çay içerler. Çocuk dedesini merakla dinliyor fakat ne dediğini pek anlayamıyordu. Dedesi devam etti: – Çayı neden mi dükkânda değil de bu soğuk havada içiyoruz? Çünkü çay soğuk havada içilince daha anlamlıdır. Çayın değeri soğuk havada anlaşılır. Sen daha çayının ilk yudumlarındasın. Çayının değerini bil evlat, çayının değerini bil… Yaşlı adam bunları söyledikten sonra: – Arkadaşım vefat etmiş, askerlik arkadaşım, yakın dostum, dedi ve kalktı. Çocuk dedesine: – Çayın, dedi. Çayını içmeyecek misin? Dedesi damarlı ve pürüzlü elini havaya kaldırıp: – Çayın yanında şeker olmazsa çay acı olur, dedi ve uzun taş kaldırım yolun sonunda küçülüp kayboldu… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Baba Ayranı

Baba Ayranı Miranda Ocak 15, 2024 Değişen hayatıma bakıyorum. Gelip geçen adımların arasında zihnim kayboluyor. Büyüdüğüne üzülürmüş insan. Bazen ikindi vaktinde, içime bir ağırlık çöktüğünde güneşe bakıyorum. Batıp yavaşça yok oluyor. Belki de güneşin batışına üzülüyorum. Belki de güneş hayatımızın tam merkezinde olmasına rağmen, her gün onunla uyanmamıza, her gün onunla olmamıza rağmen onu yalnızca batarken hayranlıkla izleyişimiz, içimizin gidişi canımı yakıyor. Güneşin değerini bile giderken anlayan insan, hep bu ihtiyarlık acısıyla mı ağlar durur? Ağladığımız şey geçip gitmesi bir şeylerin ve bir şeylerin geçip gittiğini fark etmek değil mi? Çok şey değişiyor: biz büyüyoruz, biz de değişiyoruz, sonra bir gün her şeyin o değişmemiş halini görünce yüreğimiz kan ağlıyor. Geçen zamana ağlıyoruz. Babamla annemi hatırlıyorum böyle zamanlarda. Hatırlamak kolay değil ama. İnsan unutmam dediği şeyleri bile unutuyor, eski kırmızı kapaklı bir defterin sarı gazete kokan sayfalarına o gün kendinden bir şeyler yazmadıysan, unutmam dediklerini de unutuyorsun işte. Delilik olsa gerek, kelimelerle takvimini tutmak hayatının. Fakat delilikler zinde tutuyor içimdeki çılgını. İçimdeki çılgın da olmasa, ben napardım ki…Neyse ne diyordum, içim kan ağlarken annemleri düşünmeye çalıştığım zamanların birinde, aklıma babamın yoğurdu pek sevdiği geldi. Evde yemek olmayagörsün, ben bir yoğurtla doyarım der, onu bir de tahta bir kaşıkla içine somun ekmek doğrayarak yedi mi pek canım çekerdi. Ben onu izlerdim, küçük boyumun yetiştiği kadar yere değerdi ayaklarım. Mutfağın sandalyesi o an en güzel yer olurdu babamı izlemek için. O bana da vermek isterdi her defasında. İnat eder başta yemez, sonra bir kaşık denedim mi yoğurdun dibini ben sıyırırdım. Babam bilirdi ama bu huyumu, o yüzden nazıma gider, bana da mutlaka yedirirdi. Bir kız çocuğunun en güzel anları değil midir babasının korumasında olmak, babasının canım kızım’ı olmak… Sonra o mutfak masaları gitti, anne yoğurtları da gitti hatta somon ekmekler bile gitti. Şimdi marketin birinde hangi yoğurdu alsam anneminkine benzer diye düşünürken raflardan gelen ışık, yüzümü bir vampir gibi aydınlatırken, hiçbirinin annemin yoğurdu gibi olmayacağını bilerek ama yine de umut ederek birini alıyorum sessizce. Somun ekmek bile kalmamış, tüm ekmekler babamın baba kokan ellerinde koparılıp verilemeyecek kadar dilim dilim ve tatsız. Şimdi hatırladım da, bahçede saksılara diktiğimiz yeşil soğanlardan da bir tutam koparırdık yoğurdun yanına. Sonra bazenleri babam bir kasenin içinde yoğurdu çırpar biraz tuz koyar ama reçel katılığında bırakır, sonra bir isim uydururdu yaptığı şeye. “Baba ayranı” diyordu buna. Baba ayranını annem yapsa tadı tutmazdı. Ne komikti bir insanın bir yemeği çırpışındaki farklılığın bile o şeyin tadını değiştirebilme gücünün olması. İşte o bir çırpıda yaptığı baba ayranını ben şimdi yapsam, aynı tadı alamam. Hele bir yoğurt size babayı hatırlatır mı demeyin, insan birini özlemeye görsün, her baktığı yerde onu hatırlar. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Sizsizken Ben

Sizsizken Ben Miranda Aralık 15, 2023 Toz bulutu gibi kaybolan ruhların dolaştığı sokakta, takım elbiselerini camları her daim temiz olan mağazalardan almış olan insanların koşuşturma dolu adımları kaldırımların kareleri arasında hızla ilerlerken ufukta doğan güneş, okyanusun gri dalgalarına kendi yansımasını hafifçe bırakıyor. Adının ne olduğunu bilmediğim kuşlar gökyüzünde kanat çırparken gökdelenler bulutların içine doğru yükselip, başlarını sisin içinde kaybediyorlar. Kendimi gökdelenler kadar kayıp hissediyorum. Martı sandığım beyaz bir uçak, New York’ un kasvetli gökyüzünde süzülürken, içimden o uçağa binip gitmek istemenin verdiği özlem hissini kovmaya çalışıyorum. Yanaklarımın soğuk havada elma şekeri gibi kıpkırmızı olduğunu biliyorum. Atkım olsaydı boynuma sarardım burnuma kadar çekerdim, ağzımı kimse görmüyor diye fısıldayarak bir şarkı söylerdim. Hangi şarkıyı söylerdim acaba, ağlar mıydım sonra? Belki peçetem yok diye ağlamaya çekinirdim. Biri sarılamazdı oysa bana ağladığımda, ağlamaya korkardım bu yüzden. Yoksa korkmaz mıydım? Tüm bunları düşünmeye lüzum yok, çünkü yanımda atkım yok. İnsan yeni yerlere gittiğinde yeni benlikler bulmaya çalışıyor, kendini yeniden parçalıyor yeniden yapıyordu. Legolar gibiydik sanki, sanki içimizdeki çocuk en kusursuz halimizi bulana kadar baştan dizecekti tüm parçalarımızı. Ben şimdi kaçıncı yıkılışımdaydım bilmiyorum. Ama her birleşmemde yeniden doğuyorum, milyon kez daha yıkılacağımı bilerek. Ülkemden gitmeden önce, kokusunu içime çekip gözlerimi kapatmıştım. Bir anı akla kazımanın en iyi yolunun bu olduğunu söylemişti kardeşim. Olmadı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Zihnim tüm anılarımı saklıyor kendinden. Hatırlarsam üzüleceğim, gözüm yaş yaş olacak. Bir ülkeyi hatırlamak, kahve koklamak kadar eşsiz bir tada sahip sanki. Hani kahveyi koklamak bile içmişsin kadar yapar ya insanı. Sanki hatırlamak bile gitmişsin kadar yapacak seni. Ülkeler ve kahvelerin aynılaştığı başka bir yer varsa, o da kahvelerin de ülkeleri düşünmenin de insanı geceleri uyutmadığıdır. Uyutsaydı, bu bir okyanus ötesi ülkedeki Boşnak çorbacısının sahibi, çat pat Türkçe konuşan güler yüzlü adam bile “Ayakta uyursun sen.” demezdi bana. Gülümsemiştim o zaman, “Üç saat uyudum, o kadar belli mi?” “Gözlerin gidiyor senin.” Gözlerim gidiyor benim, çok başka, uzak ülkelere. Gözlerim gidiyor benim, uzaktaki, sıcak kalplere. Gözlerim gidiyor… Adımlarımı sayıyorum, sekiz bin altı yüz altmış yedi adım. Biraz daha yürü, biraz daha… Yorgun argın eve geliyorum, kimse yok. “Ben geldiiiiim” diyor içimden bir ses. Kaburgalarıma çarpıyor ses dalgaları, sonra yankı yankı yükseliyor içimden. Merdivenlerden çıkıyorum yarım adımlarla. Duvarlara sürüyorum çantamın sol köşesini. Şşşşşşt diye bir ses çıkarıyor duvar. Sus der gibi. Ben de susuyorum. Zaten susmak, bu ülkede çok kolay. Zaman zaman annemsiz bir hayat düşünüyorum, babamsız bir hayat, o zaman ağlayasım geliyor. Çok kayıp hissediyorum. Sanki yaşamak çok zor, hayat çok kasvetli. Bazen yazmak bile anlamsızlaşıyor, dediklerim denmiş, söylediklerim çoktan başkaları tarafından söylenmiş gibi geliyor. Soğuk havalarda üşüdüğümde, kimse umursamıyor. O zaman anlıyorum yalnız olduğumu. Rüzgar bana kıyamayıp yavaş esiyor. Kendimi bulutlara emanet ediyorum. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Reçel Kavanozu

Reçel Kavanozu Miranda Kasım 15, 2023 Pencereden gelen ışık bütün parlaklığıyla koyu renk perdelere rest çekiyor, göz kırpışları andıran parlak ışınları, girebileceği her huzmeden süzülüyordu. Odamın duvarına yansıyan vişne ağacının gölgesi, öğleye kadar beni yalnız bırakmayacağını göstermek için gittikçe koyulaşıyordu. Masamın üstünde duran kitaplarım, tavana doğru iki yüzü de açık duracak şekilde avuçlarını göğe kaldırıp dileyen çocuklar kadar temizdiler. Kalemlerim ağızları açık unutulduğundan kelimesiz kalmışlardı adeta. Akşamdan yakmış olduğum şeftali kokulu mum sönmüş, eriyen tarafları dün esen kasvetli rüzgârın kükreyişlerinin izini almıştı. Oturduğum koltuktan doğruldum. Üzerime giydiğim mürdüm rengindeki elbisenin kırış kırış olan pililerini sanki düzeleceklermiş gibi ellerimle çırptım. Yüzüm akşamdan kalan gözyaşlarımla iyice sertleşmiş, kurumuştu. Ev bomboş olmasına rağmen sanki birini uyandırmaktan çekinircesine ürkek adımlarla banyoya doğru gittim. Yüzüme baktım, yorgundu gözlerim. Geceyle teselli bulup uyumaya çalışırken geceyi uyutmuştum yakarışlarımla. Sonra da sabahın koynuna bırakmıştım kendi ellerimle onu. Dün akşam, gecenin de gözyaşlarının olduğunu fark ettim. Yıldızların, gecenin koyu mavi yanağından tek tek süzülüşünü izledim. Birden daldığım bu derin hülyadan irkilerek çıkıyorum. Kendime kızıyorum sonra, kitaplığımda duran çerçeveyi düşürmüşüm. Geri kaldırmaya gönlüm el vermiyor. Huzursuzca kıvranıyorum odamda. Sanki iznim yokmuş gibi dışarı çıkmaya, dört duvar arasında dolanıyorum. Birazdan kendime geliyorum. Birkaç güvercin konuyor penceremin beyaz pervazına. Ürkütmeden bakayım derken, onları da kaçırıyorum. Ah..! Ne çok şey kaçırmışım meğer şu geçen seneler boyunca. Kalbim tüm odaları boş olan bir misafirhane ve ben o boş odalarda bir tanıdık yüz bulmak umuduyla, çaresizce geziniyorum. Bağırıyorum, adını haykırıyorum herkesin, “Kimse yok mu?” diyorum. Ve beklemekten yorulup kapılarını açık bırakıyorum, belki gelen olur diye. Açık kapılarıyla kalbim; oracıkta kurumaya yüz tutmuş bir çiçek gibi tek bir ses arıyor tanıdık gelen kulağa. Şimdilerde insanlar gidiyor, göçüyor yüreğimden. Ne çok hoşçakal biriktirdim içimde. Ne çok vedanın ucu dokundu… Derme çatma bir kulübeyim, bekliyorum oracıkta. Kitaplarımı yerine yerleştiriyorum. Halımın üstünde sürünen eflatun renkli yorganımı katlıyorum. Mutfağa doğru gidiyorum. Bir haftadır doğru dürüst bir şey yemedim. Saatlerce gibi gelen dakikalar boyu hissiz gözlerle bakıyorum fırının yağlı kapağından yansıyan içler acısı halime. Annem de beni bırakıp gittiğinden beri pencereleri açmaya cesaret edememiş, temiz havanın ciğerlerimi doldurmasına izin vermemiştim. Annem. Elim titriyor. Bir cezve çıkartıp kendime kahve yapıyorum. Suyun kaynayan sesi mutfağın o cansız havasını birden unutturuyor. Oyalanacak bir şeyler arıyorum. Saçlarımın kahverengi buklelerini tel tokamla tutturuyorum. Gökyüzünün grileşen kasvetli havası, güneş ışığının değdiği yerleri gölgeli battaniyesiyle yavaşça kapatmaya başlıyor. Kahvemi ucu kırık eski bir fincana dolduruyorum. Birkaç yudum alıp bırakıyorum. Şeker koymayı unutmuşum tadı çok acı. Yine de bitiriyorum. Dolabı açıp yiyecek bir şeyler bakınıyorum. Dalgınca sanki bu dünyaya ait değilmişim gibi öylece kalıyorum. Sonra dolabın en arkasında beni bu hissiz, bu acınası halimden kurtaran bir şey görüyorum. Küçük cam bir kavanoz. Sanki kurtarılması gereken bir kazazedeymiş gibi hızlıca onu dolabın en arkasından alıyorum. Kavanozun benekli kapağında adım yazıyor. Annemin yazısı. Uzun bir süre donakalıyorum. Hatırlıyorum; her yaz annemle kışa hazırlık yapardık. Bir sürü meyve toplardık bahçemizden, sonra da kaynatırdık. Aklıma kahkahalarımızın mazide kalmış tınısı geliyor. Kendi kendime gülümsüyorum. Sonra kavanozun kapağını anneme son kez veda ediyormuş gibi dikkatle açıyorum. Vişne reçelinin keskin kokusu tüm mutfağa yayılıyor. Ve mutfak baştan aşağı annem kokuyor. Annemin gülüşü kokuyor her yer. Annemin sesi sarmalıyor etrafı. Gözlerim kalan son yaşlarını annemin kokusuna veriyor. Birazdan kapı çalacakmış ve gelecekmiş gibi sessizce bekliyorum. Uzun bir süre sonra kendimi bu tepetaklak olmuş halimden kurtarmak için ayağa kalkıyorum. Reçel kavanozunu şimdilik unutulması gereken bir anıymış gibi eski yerine kaldırıyorum. Üzerimdeki mürdüm rengi annemin elbisesi gözyaşlarımı, teselli etmek için eteklerinde biriktiriyor. Keşke ben de diyorum, mutluluklarımı aynı annem gibi kavanoz kavanoz biriktirsem sonra saklasam… Hani lazım olursa kullanabilsem, keşke diyorum… Keşkeler biriktiriyorum içimde. Odama gidiyorum. Kimse aramıyor, kimse çalmıyor kapımı. Kimse sormuyor iyi olup olmadığımı. Ve ben bu yalnız, bu histerik halimle kitaplığımda düşmüş olan çerçeveyi düzeltiyorum. Annem fotoğraftan gülümsüyor bana, ben de ona gülüşlerimden en güzelini ikram ediyorum. Hiç geçmeyecek sandığım günlerin geçişini izliyorum… Hava kararıyor Güneş, ışığını aya bırakıyor Gök, mavisini denize Lakin bırakamıyor insan sevgisini Başka bir insana. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Müzikli Kitap

Müzikli Kitap Bilal Uygur Mayıs 15, 2023 Tam kulaklığımı takıp, kitabıma devam etmeye yeltenmiştim ki, yanımda Playstation’ında oyun oynayan şahsiyet, bir anda yaptıklarımı fark ederek, “kardeşim sen deli misin nesin?“ diyerek başka bir dünyaya seyahat etmemi engellemeyi başarmıştı.“Hayırdır, uslu uslu kitabımı okuyacağım işte,” dedim biraz da tepki göstererek. Oyununu durdurup kulaklığını çıkartınca dedim ki aha yine kafayı açacak, başlıyoruz.. “Kitap okurken aynı zamanda müzik mi dinleyeceksin?” diyerek sözüne devam etti. Ben hala kafamda bu yaptığımın delilik ile ne alakası olduğunu anlamaya çalışırken bu soru gelince ilk anda bir afallarken bu sırada o sözlerine devam etti: “Sonuçta kitaba odaklanman gerekiyor ve dışarıdan gelen başka etkileşimlerden dolayı konsantrasyonunu kaybetmen ve okuduğun şeyi gerçekten anlamıyla algılayamaman muhtemel.” Kitabın arasına ayracı koyarken şu şekilde cevap verdim: “Bir konuda haklısın, odaklanılması gereken bir şey varken müziği de eklemek, bu odağın kaybolmasına sebebiyet verebilir. Ancak bu aynı zamanda kişiden kişiye de değişebilecek bir durum. Mesela benim için hem kitap okumak hem de müzik dinlemek, güzel bir ahenk içerisinde gerçekleşen bir durum. İki farklı sanatın, iki farklı dünyanın bir araya gelmesiyle beraber oluşan atmosferde, kitapların dünyasına yolculuk etmek benim için daha muazzam bir hale geliyor.” Arkadaşım gülerek: “Anlaşıldı, manyaklıkta bir çığır açıyorum diyorsun yani,” diyerek şakayla sözlerine başlayarak şöyle devam etti: ”Herkeste farklı bir etki oluşturacağı bir gerçek. Ancak bu kadar zevkle hem müzik dinleyip hem de kitap okuyanı da ilk defa görünce şaşırmadım değil. Bir dahakine ben de bir deneyeyim en iyisi, ama önce oyun oynamaya devam.” “Keyifli oyunlar,” diyerek kısa ve öz muhabbetimizin sonuna geldiğimizin farkına vararak huzurla kulaklığımı takarak kitabıma gömülüyorum şimdi. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan