Sarı Sayfa

Sarı Sayfa Zaman sanki, beni kollarına almış ninni söylüyordu. Battaniyeler arasında sallanan bedenim sıcaklığa alıştı gittikçe, sonra ağlamayı kestim, kendimi hayatın ellerine teslim ettim. Otobüse her bindiğimde, oh be diyorum, hâla Türkiye’deki günlerimi hatırlatan bir şeyler yapıyorum, uzunca bekliyorum bir otobüsü mesela, belki gelmez diye korkuyorum, duraklarının adını bilmedigim yerlerden geçiyorum, kırmızı harfler akıp gidiyor şerit şerit, sanki hayat bana alt yazı geçiyor. Kartpostallarda adresi yazdığımız yer vardır ya hani, onun gibi işte. Gözlerim yaşarıyor sonra, gözlerim yas arıyor. Onlar bile kalbim gibi sımsıcak, sevgi kokan bir şeyler arıyor. Ne gibi şeyler, ben bile bilmiyorum. Papatyalar vardı eski yazlarda, sarısı bir ayrı kokardı. Sevgiyle koparırdık onları topraklarından, sonra sevgiyle yapraklarını yolardık, onlar kadar beyaz değildik ya, kıskanırdık. Sonra makyajımı çıkarmaya üşeniyorum, oturup ağlıyorum ben de, siyah gözyaşlarım kirpiklerimi karartıyor. Bayramlardan bir bayramdı. Ben annemle babamın bayramını en son kutladım. Bayramlardan bir bayramdı, beni kardeşim uyandırmadı sabahın beşinde. Bayramlardan bir bayramdı ve ben yalnızdım. Ama zor geliyor yaşamak, zor olmasa bile nefes almak. İşte öyle günler, otobüs yavaş yavaş giderken gideceğim yere, yetişmek için acele bile etmezken şoför, ben de durgunlaşıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Arabam olsa kendim sürerdim diye aklımdan bile geçmiyor, bir şeyi de ben yapmayayım, bir şey de eskisi gibi kalsın. Arka koltukta kemerini takan o babasının kızı olayım. Olmaz mı? Şimdi evleri ülkeminkine benzemeyen sokaklardan birinde, bisikletli bir çocuk bana İstanbula son gidişimi hatırlatıyor. Arabadaydım, trafik vardı, sahile beş adım ötedeki bir yolda, martıların uçtuğu esintilerin, arada bir açık olan arabanın camından benim saçlarıma uğradığı bir kaldırıma yakındık. Bisikletiyle bir çocuk geçti yanımdan, gülümsedi sonra el salladı. O zaman, işte tam da o zaman karar vermiştim İstanbulla ilgili bir şeyler yazmaya, sonra kaldı, yazmadım. Keşke yazsaydım ama, nasıl hissettiğimi hatırlamayı öyle çok isterdim ki. Anılarını harflere kazıyarak yaşayan bir kız olmak istemezdim oysa. Anılar zihnimden silinerek buğulu bir hal alırken, harflerden başka saklanacak yerleri yok ama onların. Ve şimdi dönme dolap misali, hayatımın kendini tekrar edişini izliyorum yalnızca. İstanbulun denize bakan tarafında vapurların sesi inleyerek gökyüzüne karışırken, batan güneş dökülmüş beton apartmanların pencerelerinden göz kırparken bana, içimden geçen özlem hissini anlatamazdım ama kelimelerle. Siz gelecekteki bir özlemi, şimdiye yamayarak tatmanın o acı ve hazin tınısını bildiniz mi? İçimdekileri dökmediğimde boğulduğumu fark ettim. Sonra bazı bazı içime bir hüzün çökerdi. Hayatın kokusu burnuma farklı gelirdi. Cem Karaca anlardı beni o zamanlarda, martılı bir vapur sesi gelirdi şarkısının ardından, çınarlı ve kubbeli mavi bir limandan söz ederdi, dinlerdim. Bir insan çok yorgun olduğunu işte ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Fakat beni bekleme diyeceğiniz biri bile yoksa eğer karşınızda, işte o zamanları şarkılar bile acı veriyor insana. Acizliğimiz nedense gözlerimi yaşartıyor. Biz: insanoğlu, hiçbir şeye tam olarak istesek de yetemeyiz. Ne denli eksik olduğumuzu fark ettiğiniz o küçük anlarda, yerini bilmenin vermiş olduğu o çöküşü yaşıyorum sessizce ama çok sessizce. Bu üzülüşlerim, çaresizliğimin de vermiş olduğu yıkılışlara dönüşmeden önce tutunacak bir şeyler arıyorum. Tutunacak yalnızca bir şey var! Sonra ellerimi açarak haykırmak istiyorum ama kelimeler imdadıma yetişmiyor, “Sen benim ne istediğimi biliyorsun.” demek çok kolaya kaçmak olmaz mı? Yoksa nihayetinde bir anne de eninde sonunda bebeğinin acıkacağını ve onu emzirmesi gerektiğini bilir. Ama bebeğin haykırışlarla karışık ağlaması annenin onun içindekileri daha iyi hissetmesine sebebiyet vermez mi? Küçüklüğünü hatırlıyor insan yalnız kaldığında. Anılar dediğiniz şeylerin, unutulmuş bir şarkıdan farkı yok aslında. Doksanlardan kalmış bir şarkı çalar radyoda, yağmurludur hava, bir tiyatro çıkışıdır mesela. Arabaya doluşmuş, yolun kırmızılı akıcılığında dekoru, senaryoyu yahut oyuncuları tartışıyorsunuzdur. Fark ediyorsunuzdur sonra, oyunun on beş dakikasının evde yapacaklarınızı düşünmekten hiçbir kelimesini duymadığınızı. Öyle zamanların birinde, ve tiyatro dönüşünde, radyo size tüm yağmurlu günleri bir şarkıya sıkıştırmışçasına bestelenmiş eski bir şarkı çalar, bildiğiniz. Hatırlarsınız o zaman, bu şarkıyı severken ve dinlerken olduğunuz hali, yeri, zamanı. Tekrar dinlerim sanırsınız ama radyoda veya bir deniz kenarı balıkçısında çalmadıkları sürece ismi ya da sözleri hatrınıza bile gelmez. İnsan ya, sevdiğini bile unutur. Ve biz, insanlar, yine sevilmekle sonsuzluğa ereceğimizi düşünüyoruz. Hayatın sonlu yolunda hüsranla iç çekiyoruz sonra. Allahım diyorum, yardım et bana, ağlayabileyim artık, senin için, ağlayabileyim saatlerce.
Başlangıcın Sonu

Bir, iki, üç… Hep başlangıçları ifade eden bu rakamlar; üç, iki, bir diye telaffuz edilince anın sonuna geldiğimizi haykırıyor. Zaman belki de bu döngüsel anların durağı. Kim bilebilir rakamların nerede gerisin geriye döndüğünü hayatında? Kim söyleyebilir doğumundan sonra ölümüne ne zaman yüzünü döndüğünü? Cahit Sıtkı, otuz beşi diye karar kılmıştı geri sayımın başlaması evresine… Onca zamana inat, ‘bak’, diyordu… ‘Bak insanlar ortalama yetmiş yaşıyor. Bende otuz beşimde başladım ölümüm için geri sayıma.’ Lakin otuz yedisinde göçtü bu diyardan… Oysa zaman en büyük yanılgısını yüzüne vurmuştu. Bilemedi… Biz de bilemiyoruz. Belki de üç, iki, bir safhasında bazılarımız… Bazılarımız bir, iki, üç… Doğrular başka, hakikat başka… Cahit Sıtkı, doğrusunu hakikate eviremediği bir yanılgı durağında… Hareket… İşte burada anlam buluyor belki de. Kendi hareketimiz (yani doğrularımız) hakikatle ne kadar iç içe geçmişse, yani ki doğrularımız hakikatin cevheri içinde ne kadar erimişse… O kadar yanılgıdan kurtarıyor insanı. Belki de bu sebepten, hakikate ulaşmak istiyorsak, bazen doğrularımızdan fedakârlık etmemiz gerekiyor.
Reçel Kavanozu

REÇEL KAVANOZU Pencereden gelen ışık bütün parlaklığıyla koyu renk perdelere rest çekiyor, göz kırpışları andıran parlak ışınları, girebileceği her huzmeden süzülüyordu. Odamın duvarına yansıyan vişne ağacının gölgesi, öğleye kadar beni yalnız bırakmayacağını göstermek için gittikçe koyulaşıyordu. Masamın üstünde duran kitaplarım, tavana doğru iki yüzü de açık duracak şekilde avuçlarını göğe kaldırıp dileyen çocuklar kadar temizdiler. Kalemlerim ağızları açık unutulduğundan kelimesiz kalmışlardı adeta. Akşamdan yakmış olduğum şeftali kokulu mum sönmüş, eriyen tarafları dün esen kasvetli rüzgârın kükreyişlerinin izini almıştı. Oturduğum koltuktan doğruldum. Üzerime giydiğim mürdüm rengindeki elbisenin kırış kırış olan pililerini sanki düzeleceklermiş gibi ellerimle çırptım. Yüzüm akşamdan kalan gözyaşlarımla iyice sertleşmiş, kurumuştu. Ev bomboş olmasına rağmen sanki birini uyandırmaktan çekinircesine ürkek adımlarla banyoya doğru gittim. Yüzüme baktım, yorgundu gözlerim. Geceyle teselli bulup uyumaya çalışırken geceyi uyutmuştum yakarışlarımla. Sonra da sabahın koynuna bırakmıştım kendi ellerimle onu. Dün akşam, gecenin de gözyaşlarının olduğunu fark ettim. Yıldızların, gecenin koyu mavi yanağından tek tek süzülüşünü izledim. Birden daldığım bu derin hülyadan irkilerek çıkıyorum. Kendime kızıyorum sonra, kitaplığımda duran çerçeveyi düşürmüşüm. Geri kaldırmaya gönlüm el vermiyor. Huzursuzca kıvranıyorum odamda. Sanki iznim yokmuş gibi dışarı çıkmaya, dört duvar arasında dolanıyorum. Birazdan kendime geliyorum. Birkaç güvercin konuyor penceremin beyaz pervazına. Ürkütmeden bakayım derken, onları da kaçırıyorum. Ah..! Ne çok şey kaçırmışım meğer şu geçen seneler boyunca. Kalbim tüm odaları boş olan bir misafirhane ve ben o boş odalarda bir tanıdık yüz bulmak umuduyla, çaresizce geziniyorum. Bağırıyorum, adını haykırıyorum herkesin, “Kimse yok mu?” diyorum. Ve beklemekten yorulup kapılarını açık bırakıyorum, belki gelen olur diye. Açık kapılarıyla kalbim; oracıkta kurumaya yüz tutmuş bir çiçek gibi tek bir ses arıyor tanıdık gelen kulağa. Şimdilerde insanlar gidiyor, göçüyor yüreğimden. Ne çok hoşçakal biriktirdim içimde. Ne çok vedanın ucu dokundu… Derme çatma bir kulübeyim, bekliyorum oracıkta. Kitaplarımı yerine yerleştiriyorum. Halımın üstünde sürünen eflatun renkli yorganımı katlıyorum. Mutfağa doğru gidiyorum. Bir haftadır doğru dürüst bir şey yemedim. Saatlerce gibi gelen dakikalar boyu hissiz gözlerle bakıyorum fırının yağlı kapağından yansıyan içler acısı halime. Annem de beni bırakıp gittiğinden beri pencereleri açmaya cesaret edememiş, temiz havanın ciğerlerimi doldurmasına izin vermemiştim. Annem. Elim titriyor. Bir cezve çıkartıp kendime kahve yapıyorum. Suyun kaynayan sesi mutfağın o cansız havasını birden unutturuyor. Oyalanacak bir şeyler arıyorum. Saçlarımın kahverengi buklelerini tel tokamla tutturuyorum. Gökyüzünün grileşen kasvetli havası, güneş ışığının değdiği yerleri gölgeli battaniyesiyle yavaşça kapatmaya başlıyor. Kahvemi ucu kırık eski bir fincana dolduruyorum. Birkaç yudum alıp bırakıyorum. Şeker koymayı unutmuşum tadı çok acı. Yine de bitiriyorum. Dolabı açıp yiyecek bir şeyler bakınıyorum. Dalgınca sanki bu dünyaya ait değilmişim gibi öylece kalıyorum. Sonra dolabın en arkasında beni bu hissiz, bu acınası halimden kurtaran bir şey görüyorum. Küçük cam bir kavanoz. Sanki kurtarılması gereken bir kazazedeymiş gibi hızlıca onu dolabın en arkasından alıyorum. Kavanozun benekli kapağında adım yazıyor. Annemin yazısı. Uzun bir süre donakalıyorum. Hatırlıyorum; her yaz annemle kışa hazırlık yapardık. Bir sürü meyve toplardık bahçemizden, sonra da kaynatırdık. Aklıma kahkahalarımızın mazide kalmış tınısı geliyor. Kendi kendime gülümsüyorum. Sonra kavanozun kapağını anneme son kez veda ediyormuş gibi dikkatle açıyorum. Vişne reçelinin keskin kokusu tüm mutfağa yayılıyor. Ve mutfak baştan aşağı annem kokuyor. Annemin gülüşü kokuyor her yer. Annemin sesi sarmalıyor etrafı. Gözlerim kalan son yaşlarını annemin kokusuna veriyor. Birazdan kapı çalacakmış ve gelecekmiş gibi sessizce bekliyorum. Uzun bir süre sonra kendimi bu tepetaklak olmuş halimden kurtarmak için ayağa kalkıyorum. Reçel kavanozunu şimdilik unutulması gereken bir anıymış gibi eski yerine kaldırıyorum. Üzerimdeki mürdüm rengi annemin elbisesi gözyaşlarımı, teselli etmek için eteklerinde biriktiriyor. Keşke ben de diyorum, mutluluklarımı aynı annem gibi kavanoz kavanoz biriktirsem sonra saklasam… Hani lazım olursa kullanabilsem, keşke diyorum… Keşkeler biriktiriyorum içimde. Odama gidiyorum. Kimse aramıyor, kimse çalmıyor kapımı. Kimse sormuyor iyi olup olmadığımı. Ve ben bu yalnız, bu histerik halimle kitaplığımda düşmüş olan çerçeveyi düzeltiyorum. Annem fotoğraftan gülümsüyor bana, ben de ona gülüşlerimden en güzelini ikram ediyorum. Hiç geçmeyecek sandığım günlerin geçişini izliyorum… Hava kararıyor Güneş, ışığını aya bırakıyor Gök, mavisini denize Lakin bırakamıyor insan sevgisini Başka bir insana.