Simyacı

Kitap Özeti

Simyacı, genç bir çobanın kalbini, daha da önemlisi Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendi hayalini, kendi kişisel efsanesini takip etme hikayesini anlatır. Bu delikanlı, sadece koyunlarıyla yaşamak isteyen mütevazi bir çobandır, ancak aynı zamanda dünyada dolaşmayı ve yol boyunca kitap okumayı da sever. Bir gün, bir çınar yakınlarında yıkık bir kilisenin altında otururken, Büyük Mısır Piramitleri’nin altında bulunan gizli bir hazineye dair tekrarlayan bir rüya görür. Ardından Melkisedek adında, kendisini başka bir ülkeden bir kral olarak tanımlayan, tuhaf bir bilge adamla tanışır. Adamın söyledikleri delikanlının hayallerini takip etme isteğini tetikler. Ertesi gün, koyunlarını satar ve Afrika’ya doğru yola çıkar.

Mısır’a doğru giden bir kervanda, bir simyacı bulmak için tüm yolu gelmiş olan İngiliz bir adamla tanışır. Yolda seyahat ederken, İngiliz adam aşina olduğu simyanın sırları hakkında konuşur. Ancak delikanlı, karmaşık kitaplardan öğrenmeyi tercih eden İngiliz adamın aksine, kendi gözleriyle dünyayı gözlemleyerek simyayı öğrenir. Aniden, yaklaşan bir kabile savaşı hakkında söylentiler duyarlar.

Sonunda Al-Fayyum’a varırlar, ünlü simyacının yaşadığı vaha. Delikanlı, hayatının aşkı olan Fatima ile tanışır, onu kendi hazinesinin bir parçası olarak görür. Simyacı delikanlıyı bulur ve onu hazinesine götürür.

Yolda, simyacı ona her zaman kalbini dinlemesi gerektiğini söyler. Neredeyse piramitlere vardıklarında, bir kabile tarafından tutsak alınırlar. Simyacı, delikanlının kendisini rüzgara dönüştürebilen bir sihirbaz olduğunu iddia eder ve kendilerini kurtarmak için bunu denemelerini ister. Kabile, bunu yapabilirse onları affedeceğini kabul eder, ancak delikanlı bunu o an yapamaz. Sonra, tam üç gün meditasyon yaparak ve Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendini rüzgara dönüştürür ve kendini kampın diğer tarafına ışınlanır.

Simyacı, delikanlıya veda eder ve delikanlı piramitlere doğru gitmeye devam eder. Varır varmaz hırsızlar tarafından saldırıya uğrar. Orada ne yaptığını sorduklarında, rüyasını açıklar ve bir hazinenin kendisini piramitlerin altında gömülü olarak beklediğini iddia eder. Hırsızlardan biri ona güler ve aynı rüyayı gördüğünü söyler, ancak bu rüya İspanya’da çobanların uyuyup dinlendiği bir çınar altında gerçekleşmiştir. Delikanlı daha sonra hazinenin tüm bu süre boyunca İspanya’da olduğunu fark eder.

Ülkesine geri döner ve kürek alıp ağacın altında kazmaya başlar. Orada hazinesini bulur: onun ve Fatima’nın uzun bir süre mutlu bir şekilde yaşayabileceği altın dolu bir sandık. Arzuladağı hazine bunca zaman Santiago’nun zaten hep yanıbaşındadır. Ama gerçek hazinenin ne olduğunu yorumlamak okuyucuya kalmış…

Yazarın Biyografisi

Paulo Coelho, 24 Ağustos 1947’de Rio de Janeiro, Brezilya’da doğan bir yazardır. Coelho, Cizvit okullarında eğitim aldı ve dindar Katolik ebeveynler tarafından büyütüldü. Erken yaşlarda yazar olmak istediğine karar verdi, ancak ebeveynleri, bu meslekte Brezilya’da gelecek görmeyerek onu cesaretlendirmiyorlardı. Coelho, 38 yaşındayken İspanya’da bir manevi uyanış yaşadı ve bu deneyimini ilk kitabı olan “The Pilgrimage”de yazdı. Onu ünlü yapan ise ikinci kitabı olan “The Alchemist” idi. The Alchemist, dünya çapında bir fenomen haline geldi. 35 milyon kopya sattı ve şu anda yaklaşık iki yılda bir kitap yazıyor.

Oldukça alışılmadık bir programlama ritüeli olarak, yeni bir kitap için yazma sürecine bir Ocak ayında beyaz bir tüy bulduktan sonra başlıyor. Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, bu işe yarıyor gibi görünüyor. 26 kitabı en az 59 dilde 65 milyon kopyadan fazla satmıştır.

İnceleme

“Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.”

Ama bilmez mi gerçekten? Ego da bundan kaynaklı değil midir? İnsan ne kadar empati yapabilse de tam anlamıyla sadece kendi duygu ve düşüncelerinin farkındadır, gerçi bazen onun bile farkında değildir. Herkesin hayatı kendi evreninden ibarettir ve başkalarının evrenleriyle çakıştığında ister istemez, farketmeseler bile bir alışveriş olur. Hiçbir şey boş yere olmazken, günlük hayatta karşımıza çıkan biri bize, küçük-büyük farketmez, nasıl bir şey katmasın? 

Küçükken düşünürdüm: “Ben dünyaya hep bu gözlerle bakacağım.” Kardeşime bakardım, onun açısından dünyayı hiçbir zaman görmeyeceğim diye düşünürdüm. Zaten bu yüzden insanın kendine değer vermesi gerekmez mi? Yaratılanı sev, Yaradandan ötürü. Peki bu bakış açısında biz neden hep kendimizi atlarız? Kendimize vermemiz gereken değeri neden hep gözardı ederiz? Düşünsenize, hayatınıza bir sürü kişi gelip gidiyor. Ömrümün sonuna kadar hiç ayrılmayız dediğin biriyle ortada hiçbir sebep yokken ayrı düşüyorsun. Çünkü hayat böyle, insan değişiyor. Ama önemli olan, bu iç içe geçmiş evrenler silsilesinde herkesten pozitif manada bir şeyler almaya çalışmak ve verdiğimiz şeylerin de pozitif olmasına çok dikkat etmek. 

“Yaşlı büyücü,” dedi kendi kendine, “her şeyi bal gibi biliyordun. Bu kiliseye geri dönebilmem için biraz altın bile bıraktın. Paçavralar içinde geri döndüğümü görünce katıla katıla güldü keşiş. Sanki bunlardan esirgeyemez miydin beni?”

Rüzgârın kendisini yanıtladığını duydu. “Hayır. Sana bunu söyleseydim, Piramitleri görmeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?”

Gerçekten delikanlı Piramitlerin güzelliklerini görsün diye mi oraya gönderildi sizce? Bence kesinlikle hayır. Önemli olan varış değildi çünkü, yoldu. O yolda tanıştığı insanlar, üstesinden geldiği zorluklar ve öğrendiği derslerdi önemli olan. Piramitlerin güzelliği işin cabası… Evrensel Dil’i konuşmayı öğrenmesiyle kıyaslanamaz bile. 

Aynı şekilde, hazine bence o harcandıkça bitecek altın dolu sandıktan ziyade delikanlının yaşlı kralı, Simyacıyı, Fatima’yı ve yolculukta karşılaştığı herkesi tanımasıydı. Konuşmayı öğrendiği Evrensel Dil’in ona kattıkları, o altın dolu sandıktan çok daha değerli.

“Herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilemez.”

Günlük hayatta ne kadar çok “söylemesi kolay” demek istediğimizi farkediyor musunuz? Çünkü insanın yapısındadır yargılamak, sadece bazıları kendilerini tutmayı hiç beceremezler ve insanların işlerine burunlarını sokmaya bayılırlar. Oysa empati seviyesi ne kadar yüksek olursa olsu, kimse bir başkasının tam olarak ne düşündüğünü veya hissettiğini kavrayamaz. Çünkü herkes olayları farklı bir bakış açısıyla yorumlar ve işin güzel tarafı da budur; farklılıklar böylelikle meydana gelir. Herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak çekilmez olurdu. Ama işte nefs, kendinden başka herkesi çok iyi tanıdığına inandığı için her konuda yorum yapmak ister. Oysa, ne demiş Mevlana Celaleddin, “Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.”

Alıntılar

Kitabın Ödülleri

“İnsan sevdiği için sever. Aşk’ın hiçbir gerekçesi yoktur.”

“Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: başarısızlığa uğrama korkusu.”

“Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir.”

“Neden yüreğimi dinlemek zorundayım?”

“Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın.”

“Evrenin Ruhu’nu bizler besliyoruz ve üzerinde yaşadığımız dünya, bizim daha iyi ya da daha kötü olmamıza göre, daha iyi ya da daha kötü olacaktır.”

“Delikanlı ülkesinde söylenen eski bir atasözünü anımsadı: En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.”

“İnsan sevince nesneler daha çok anlam kazanıyor.”

“Çünkü yüreğin neredeyse hazinen de oradadır.”

67 farklı dilde çevrilen bu kitap, dünya genelinde 65 milyonun üzerinde kopya satışı yapmış ve birçok uluslararası ödül kazanmıştır. Bu ödüller arasında Birleşik Krallık’ın 2004 Nielsen Altın Kitap Ödülü, Fransa’nın 1995 Grand Prix Litteraire Elle Ödülü ve Almanya’nın 2002 Corine Uluslararası Kurgu Ödülü bulunmaktadır.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *