Küçük Prens

Küçük Prens Mercan Şubat 15, 2025 Kitap Özeti B612 gezegeninin tek yerlisidir Küçük Prens. Çok özür dilerim, bir de gülü var! Gözünden bile sakındığı, ona bir şey olmasın diye gece gündüz çabaladığı gülü. Sahra çölüne uçağı düşen bir pilotun ağzından dinleriz Küçük Prens’in hikayesini. Aç, susuz, uçağını nasıl tamir edeceğini düşünen pilotun yanına sarışın küçük bir çocuk gelir ve ondan bir koyun çizmesini ister. Pilot bunu kabul ettikten sonra ikisi arkadaş olurlar ve Küçük Prens, Pilot’a gezegeninden bahsetmeye başlar. Yabani otlar çıkmasın diye her gün nasıl özene bezene bütün gezegeni (zaten pek büyük sayılmaz) temizlediğini, bir gün gülünün bir yerlerden tohum olarak gelip gezegene yerleştiğini ve kendisinin güle nasıl aşık olduğunu anlatır. Küçük Prens’in gezegenler arası yolculuğu ise, gülünün ona söylediği bir yalanı fark etmesiyle olur. Küçük Prens’in yolu, Dünya’ya düşer. Çölde kendisine zehrini teklif eden bir yılan ve evcilleştireceği bir tilkiyle tanışır. Türünün tek örneği olduğunu söyleyen gülünün yalanını ortaya çıkaran bir gül bahçesi ise cabası… Küçük Prens, dar kafalı yetişkinlerle tanıştıkça şaşkınlığını gizleyemez. Yetişkinlerin insanlara emir verme, her şeye sahip olma ve sürekli pohpohlanma istekleri ona çok manasız gelir.Bir çocuk kitabı olarak geçse de yetişkinlerin çocuklardan daha derin anlamlar bulabileceği ve dersler çıkartabileceği bu romanı herkes hayatında en az birkaç defa okumalı… Yazarın Biyografisi Antoine de Saint-Exupéry, 29 Haziran 1900’de Lyon, Fransa’da doğdu. Liseyi bitirdikten sonra Ecole des Beaux-Arts’ta, mimarlık fakültesine girdi. Mimarlık fakültesinden sonra 1921’de, Fransız Hava Kuvvetlerine teknisyen olarak katıldı. Pilotluk eğitimi almak için Strasbourg’a gönderildi. 1926 yılında yazarımız, Toulouse ve Dakar’da posta servisi yapan uçağın pilotluğunu yaptı. Bu yıl onun için bir dönüm noktası oldu. İlk kitabı olan “Güney Postasını” bitirdi. İlk uçuş deneyimlerini anlatan bu kitapta, Antoine Arjantin bölge sorumluluğuna getirildi. Arjantin’deki macerasını anlatan “Gece Uçuşu” adlı romanını yazdı. II. Dünya savaşında Fransa, Almanyanın işgaline uğradı. Fransanın savaşı kaybetmesi ile beraber 1938’ de Amerika’ya gitti. Amerikada en çok beğenilen “Dünya ve İnsanlar ile Savaş Pilotu” ve “Küçük Prens” kitaplarını yazdı. Ülkesinin işgali durumunda yardım etmek isteyen Antoine, 31 Temmuz 1944’de Akdeniz’de görevdeyken uçağı vurulup hayatını kaybetti. Antoine de Saint-Exupérynin kitabı Küçük Prens Cesar ödülünü aldı. Kitabın İncelemesi “Gökyüzüne bakın ve sorun kendinize: Evet mi hayır mı? Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi? Bakın nasıl her şey değişecek…” Küçük Prens ilk kez çiçeğinin koyun tarafından yenildiğine dair endişelerini anlattığında, muhattabı başlangıçta onu önemsemez. Çünkü onun düşünmesi gereken daha önemli şeyler vardır. Örneğin, uçağını tamir etmek ve eve geri dönebilmek gibi. Zaten yetişkinlerin her zaman daha önemli işleri yok mu? Aslında, bazen güne küçük bir çocuk gibi bakmak gerekir, merak ve heyecanla. Ellerini gökyüzüne uzatarak, “O ne öyle?” diye sormayı unutan yetişkinler, ölü ruhlar gibi trenlere binip inerler. Yıllarca bir hedefe yürürler, fakat bir gün bile kafalarını kaldırıp yolun etrafındaki olağanüstü manzaraları görmekten acizdirler. Evet, belki de ancak yukarıdaki bir gezegene bakıp “Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?” sorusunu sorduklarında evrenin sırlı kapıları onlara açılacaktır. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Newport’u Gezelim!

Newport’u Gezelim! Dilara Özdemir Şubat 15, 2025 Gezimize başlamadan önce biraz tarihi, ilginç bilgiler için hazır olun! Amerika’nın bayrağında bulunan 50 yıldız, 50 eyaleti; 13 çizgi de, 13 orjinal koloniyi temsil etmektedir. Rhode Island, bayrağın 13 çizgisinden birini temsil eden Amerika’nın en küçük ve en eski eyaletlerinden biridir ve insanlar çoğunlukla New York eyaletinin bir şehri olan Long Island ile karıştırırlar. Eyaletin ortasından okyanus geçtiği ve yeteri kadar köprü bulunmadığı için bir ucundan diğer ucuna gitmek en fazla bir kaç saatinizi alacaktır. Her eyaletin bir lakabı var, Rhode Island’ınki ise “Okyanus Eyaleti” Amerika’nın en popüler turistik ve eski yerlerinden biri olan Newport, Rhode Island’ın güneyinde bir sahil şehridir. Newport’ta yapabileceğiniz en güzel şeylerden biri, uzunluğu 3.5 mil (5.6 km) olan sahil kıyısından geçen “Cliff Walk”ta yürümek olacaktır. Yaklaşık iki saatte bitirebileceğiniz bu yol, tarihi köşk ve malikanelerin yanından geçmektedir. Rhode Island hakkındaki bir diğer ilginç bilgi ise “The Great Gatsby” ve “The Gilded Age” gibi birçok yapımın, Rhode Island’daki bu malikanelerde çekilmiş olmasıdır. Bu malikanelerin en meşhurlarından biri: The Breakers. Hala gidemedim, o yüzden paranıza değip değmediği konusunda bir fikir belirtemeyeceğim maalesef. Ama gitmeyi çok istediğimi de ve yapılacaklar listemde olduğunu söylemek isterim. Giriş ücreti, 6-12 yaş arası çocuklar için 10$ iken, 12 yaşının üstündekiler için 29$’dır. Evet, kulağa biraz pahalı geliyor ama bir daha ne zaman 1895’te inşa edilmiş ve hala eskisi gibi şatafatını korumuş bir malikaneye gitme fırsatı bulabileceksiniz ki? Eğer Rhode Island’da bir tanıdığınız varsa, kütüphaneden kuponlu bilet alıp yarı fiyatına bu görkemli köşkleri gezebilirsiniz! Cliff Walk’tan ayrılmadan önce, eğer bir Taylor Swift fanıysanız, Cliff Walk’ta yürürken onun evine dikkat etmeyi unutmayın! Size bir tane restoran önerisi vereceğim. Çok fazla dışarıda yiyen birisi değilim, o yüzden çok karşılaştırma yapamayacağım maalesef ama ben yediklerimi beğendim ve fiyatları normaldi, özellikle turistik bir mekan olduğunu düşününce. Crown Chicken & Kabab Evet, Newport gibi asil ve elit bir yerde bile olsak kebap her zaman canımız, ciğerimiz. Ama ben çizburger ve patates kızartması söyledim, ters köşe beklemiyordunuz değil mi! Normalde soslu hamburger sevmem, sipariş verirken istemediğimi hep belirtirim ama bu sefer söylemeyi unuttum. Yine de çok güzeldi, bence çizburgerini deneyebilirsiniz. Siz de soslu sevmiyorsanız, yine de belirtmeyi unutmayın! Yemeğinizi alıp deniz kenarında piknik yapmaya gidebilirsiniz, biz öyle yapmayı tercih ettik ve bundan çok keyif aldık. Babam deniz kenarındaki taşları sektirirken ben de özendim ve denedim. (Babam çok güzel taş sektirir, bir seferde 8-10 tane sektirmişliği vardır.) Ama ben maksimum iki-üç tane yapabildim. Tabii ki bütün suç dalgadaydı. Son olarak, Newport’a gelmişken bir de International Tennis Hall of Fame’i görmeden gitmek olmaz. Buraya, Newport’a, bir önceki gelişimde arkadaşımla uğramıştım ve çok eğlenmiştik. Hem bir müze gibi eski zamanlardaki tenis kıyafetlerini, toplarını, sopalarını görebiliyorsunuz hem de eğlenceli aktivitelerle tenis tarihini öğrenip genel kültürünüzü geliştirebiliyorsunuz. Bizim favorimiz tenis maçı seslendirmekti. Ekranda söylemeniz gerekenler yazıyor ve siz sanki maçı sunuyormuşçasına heyecanlı bir tonda ekrandaki yazıları okuyorsunuz. Biz bunu yaparken kendimizi videoya çekiyorduk ama o kadar çok güldük ki doğru düzgün okuyamadık. Seslendirme birkaç dakika sürüyor ve kaydediliyor, daha sonra sizin e-posta adresinize o kaydı gönderiyorlar. Ses kaydını ve videoları tekrar izlerken daha da çok güldük. Kesinlikle denemeniz lazım! Tam çıkarken boş bir oda gördük ama ne olduğunu anlayamadık. Çıkıştaki güvenlikçi amca bize hologram görüp görmediğimizi sordu; meğer siz o odanın içine girdiğinizde karşınızda meşhur bir tenis oyuncusu beliriyormuş ve size tenis tarihini anlatıyormuş! Veee, şimdilik bu kadar! Newport’ta yapılacak o kadar çok şey var ki, belki de bu yazının ikinci bölümünü kaleme alırım! Umarım o zamana kadar Breakers’a gitmiş olurum… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Yolculuğun Mayası: Izdırap

Yolculuğun Mayası: Izdırap Dilara Özdemir Ekim 15, 2024 Tüm muhteşem hikâyeler gerçekten iki şekilde mi başlar? Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı mı gelir? Ya bu yolculuk insanın kendi içineyse? Kendini keşfetmesiyle ilgiliyse? Kendi iç dünyasına yolculuğa çıkmamış bir insan, dünyanın neresine giderse gitsin eksik değil midir? Eksik biri, tam olmadan muhteşem bir hikâyenin başrolü olabilir mi? Belki de bu iç dünyamıza yolculuk, fiziksel yolculuğa çıkmadan gerçekleşemiyordur, o yüzden öyle demiştir yazar. Hayat aynı şekilde devam ederken, insan bir sabah kalkıp “Ben bugün iç dünyama yolculuk yapmaya karar verdim.” diyebilir mi? Bence diyemez. Bence, onu düşünecek noktaya bile gelebilmesi için yolculuğa çıkması, başka insanların hayatına dokunması, incinmesi, sevmesi, öfkelenmesi, ızdırap çekmesi gerekir. Mesela bir yaprak, ağacın dalındayken anlamaz ki yaprak olduğunu. Etrafı başka yapraklarla çevrilidir çünkü, farkı göremez. Güneşi gördüğü ilk andan beri, kendini bildi bileli o dala, o ağacın kütüğüne dayanmıştır. Ama gün gelir, kopması gerekir o daldan. Sararıp, solup gübre olmak için değil, rüzgâra karışıp yeni yerler görebilmek için. Ama bildiği yerden kopmadan yakalayamaz o fırsatı. Rüzgâr çetindir, onu nereye götüreceği belli değildir. Bazen hızla yere çarpar onu, bazen de göklere çıkartır. Ama yaprak hepsine razıysa eğer, inişiyle çıkışıyla sever rüzgârı, hayatı. Ya da bir yağmur damlası, belki de ayrılmak istemiyordur buluttan. Belki gökyüzünün o uçsuz bucaksız, insanın içini eriten huzurunu bırakıp da yeryüzüne inmek istemiyordur. Belki korkuyordur birinin kocaman sarı yağmur botlarının altında ezilmekten. Belki de bir arabanın ön camına düşüp de silecekler tarafından fırlatılmaktan ürküyordur. Ama o bulutu bırakmazsa bilemez ki, sevdiğinin gözlerinin içine bakan bir kadının kirpiğine konacağını, onların sevdasına şahit olacağını. Eğer kendini bırakmazsa yerçekimine, bir çiçeğe hayat olma sevincini yaşayamaz ki. Bütün hikâyeler bir yolculukla başlar. Hayat bu yolculuktan ibarettir. İlk nefesimizi aldığımızdaki feryadımızdan, gözümüzü son kez kapayıncaya kadar devam eden yolculukta önemli olan varmak değil, yolda olmaktır. Yolu güzelleştiren de kimlerle o yola çıktığımızdır. Kalbine ayna olan insanlarla o yolculuğa çıkıldığında, o zaman insanın kendi içine doğru yolculuğu da beslenir, desteklenir. Bir bitki yalnız kalıp filizlendikten sonra gökyüzüne başını uzatıp nefes alabilir. Eğer çevresindeki toprak uyumlu olmazsa yolculuğu yarıda kalır, tohum olmaktan bile çıkamaz. Ama sabırla kendi içinde büyüdükten ve incecik, kırılgan bedeniyle o taş gibi toprağı deldikten sonra bütün güzelliğiyle selam verir dünyaya. Ve her şey, bütün güzellikler dâhil, insanın kendi içine yolculuğu ve ızdırabıyla başlar… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ekim Kütüphanesi

Ekim Kütüphanesi Betül Tosun Ekim 15, 2024 Mor Mürekkep Nazan Bekiroğlu “Bilirsiniz, bir karşılaşmanın veya bir kitabın hayatınızı altüst edebilmesi için önceden hazır olmak gerekir.” Özet Birçok farklı hikayelerden oluşan Nazan Bekiroğlu’nun Mor Mürekkep kitabı okuyucuların hem iç dünyalarına hem de dış dünyalarına farklı pencerelerden bakış açısı sunar. Hayatın anlamını, varoluşunu, biz insanların aslında anlam bulamadığı objeleri, kavramları ve kelimeleri anlamdıran bir kitap. İnsanın duygusal, bedensel ve zihinsel dünyasını birleştirip farklı kutuplardan köprü kurup yürümemizi sağlayan bir eser. İnceleme Ne zaman Nazan hocanın kitabını okusam içimde ayrı bir lezzet oluşur. “Müzik ruhun gıdasıdır” derler hep. Ben de bu sözü alıp “Kelimeler ruhun gıdasıdır” demek istiyorum. Belki bir çoğumuz her gün yüzlerce kelime ile cümle kuruyoruz ama bu kurduklarımızın anlamının, nedeninin farkında bile değiliz. Küçükken bir tane kitabım vardı, benim ilk kitabımdı. O zamanlar küçük olduğum için okumayı bilmiyordum ve anneme her gün bana o kitabı okumasını isterdim. Bana “hiç sıkılmıyor musun?” diye sorduğunda ben sıkılmadığımı söylerdim. Mor Mürekkep de benim için aynı. Her yıl okusam sıkılmayacağım kitaplardan bir tanesi. Benim farkında olmadığım ama her zaman kendimle taşıdığım “ben” gözlüklerimi çıkarmama yardımcı oldu. Dünyayı “ben” algısı ile değil de bir kelebeğin, kelimenin, kalemin algısıyla bakabilmeyi öğretti. Aslında biz farkında olmasak bile okuduğumuz her şey bizim ya zihnimize ve ruhumuza ya da bedenimizin bir yerine kazınıp ara ara bizi ziyaret ediyor. Sanırım kendilerince bir şeyler hatırlatmak istiyorlar. “Şimdiye kadar bütün öğrendiklerim” dedi yazıcı, “Hayata dair, hiçbir şeyi anlamama yetmediler. Öyleyse onları unutmalıyım. Unutmalı ve yeniden başlamalıyım.” Dört Anlaşma Don Miguel Ruiz “Siz konuşabiliyorsunuz. Dünyada başka hangi hayvan konuşabiliyor? Söz, insan olarak sahip olduğunuz en güçlü araçtır; söz büyü aracıdır. Ama iki yanı keskin kılıç gibi, sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki her şeyi de yok edebilir.” Özet Hayatını, başkalarının fikir ve inançlarına göre değil de kendi gerçeklerine göre yaşayınca ancak mutlu olabilir insan. Çünkü insan olmadığı biri gibi davrandığında hep bir yanı eksiktir. İnsan varsayımlarla doludur ve kitaba göre insanların en büyük varsayımı, herkesin kendileri gibi düşündüğünü, hissettiğini, yargıladığını ve sömürdüğünü varsaymaktır. Varsayımın hiçbir zaman pozitif bir etkisi yoktur. Varsayım demişken, kitapta geçen bu hayatı en iyi şekilde yaşamak için kendimizle yapmamız gereken dört anlaşmaya geçelim: 1- Söz büyüdür. 2- Hiçbir şeyi kişisel alma. 3- Varsayımda bulunma. 4- Yapabildiğinin en iyisini yap. İnceleme Keşke kitapta geçen şeyler aklımdan hiç çıkmasa. Ama çıkacak, biliyorum. Maddelere detaylı girmeyeceğim. Maddeleri (özellikle de ilk maddeyi) merak ediyorsanız hemen kitabı bulup okumanızı öneririm. Bu kitabı sanki 1-2 ayda bir tekrar tekrar okumalıymışım gibi hissediyorum. Çünkü insan unutur ve hatırlamaya ihtiyacı olur. Her okuduğunda da konuya farklı bir bakış açısından bakabilir. Bu dört maddeyi birazdan panoma asmayı düşünüyorum çünkü gerçekten her gün bakıp hayatıma geçirmeye çalışıp onları özümsemek istiyorum. “İnsanların size doğruyu söyleyeceklerini beklemeyin çünkü onlar kendilerine de yalan söylüyor.” Frankenstein Mary Shelley “Benim içimde, ancak zor hayal edebileceğiniz türden bir sevgi ve inanmayacağınız türden bir öfke bulunuyor. Eğer birini tatmin edemezsem, diğerine boyun eğerim.” Özet Frankenstein, zeki ancak takıntılı bir bilim insanı olan Victor Frankenstein’ı takip eder; o, yaşamın sırlarını keşfetmek için acımasız bir arayışa sürüklenir. Heyecanının doruğundayken bir varlık yaratmayı başarır, ancak kısa süre içinde insanlığın sınırlarını aştığının farkına varır. Bu hikaye, Frankenstein’ın insanlar gibi dünyayı merakla keşfeden ve sevgi arzusu taşıyan bir varlık yaratmasını ve sonrasında onu canavarlaştırmasını anlatır. Bu canavarın perspektifinden, insanların değerini yitirdiği değerleri yeniden keşfederiz. İnceleme Yeni bir şehir veya ülkeye taşındığınızda her şey ne kadar büyük gelir, değil mi? Ama zamanla, sokakların nereye döndüğünü, hangi köşede sevdiğin ekmekçinin olduğunu, otobüs durağının hangi parkın ilerisinde olduğunu öğrendikçe o büyük karmaşık dünya küçülür, cebine sığar. Peki tüm dünyayı aynı şekilde elimize alabilsek, her şeyi görebilsek, neler yapabileceğimize şahit olsak, o zaman insanın kim olduğunu anlar mıyız? Aslında Frankenstein’in canavarı anlamıştı, fakat insan derisi giymediği için tüm olabileceklerinden mahrum kalmıştı. Duygularını kelimelere aktaramayan, koşmak isteyen ama bir adım atamayan bir çocuk gibi: öfkeli, yalnız ve aciz. Peki ya insan? Derisini giyen, diliyle konuşabilen, uzuvlarıyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebilen insan, insanın kim olduğunu anlar mı? Şu ana kadar anlamadıysak, gelin de bu canavardan öğrenelim. “Benden öğrenin, belki benim öğretilerimle değil, ama kesinlikle benim örneğimle, bilgi edinmenin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve kendi doğasından daha büyük olma arayışında olan adamdan ziyade kasabasını tüm dünya olarak kabul eden insanın ne kadar daha mutlu olduğunu.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto)

Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto) Polat Ekim 15, 2024 Genel Tanıtım Türkçe’ye “Hayata Röveşata Çeken Adam” olarak çevrilen “A Man Called Otto” filmi, 2015 tarihli İsveç yapımı, “A Man Called Ove” filminin tekrar yapımıdır. Önce sinemalara giriş yapıp daha sonra Netflix’te çokça beğeni toplamıştır. 2022 yapımı komedi-drama filminin yönetmen koltuğunda Quantum of Solace, World War Z gibi filmlerin yönetmenliğini ve yapımcılığını yapmış olan Marc Forster bulunmaktadır. Başrolünde de huysuz ihtiyar Otto rolünde izlediğimiz Oscar ödüllü oyuncu Tom Hanks yer almaktadır. Filmin İMDb puanlaması, yaklaşık 137 bin oyla 7.5 tir. Etkileyici bir hikayeye sahip olan bu film, üç farklı Oscar ödülüne aday gösterilmiştir. Eleştirmenlerden genel olarak olumlu eleştiriler almış ve 50 milyon dolarlık bir bütçeyle dünya çapında 113,1 milyon dolar hasılat elde etmiştir. Eğer hala izlemediyseniz, filmin başarıları ve başrolü bir şans vermeniz için zannımca yeterli. Prodüksiyon 2017’nin Eylül ayında, Tom Hanks’ın, “A Man Called Ove” filminin İngilizce uyarlamasında başrol oynayacağı ve aynı zamanda Playtone ortağı Gary Goetzman, eşi Rita Wilson ve SF Studios’un, Fredrik Wikström Nicastro ile birlikte yapımını üstleneceği açıklandı. 2022’nin Ocak ayında filmin yönetmeninin Marc Forster olacağı ve senaryosunu David Magee’nin yazacağı onaylandı. 10 Şubat 2022’de Sony Pictures’ın, Avrupa Film Piyasası’nda film haklarını yaklaşık 60 milyon dolara ön alım yaptığı duyuruldu. Çekimler 2022’nin şubat ayında Pennsylvania’nın Pittsburgh şehrinde başladı ve mayıs ayında sona erdi. Müzik Filmin müzikleri Thomas Newman tarafından bestelendi. Filmin müzik albümü 30 Aralık 2022’de Decca Records tarafından yayınlandı. Albümde ayrıca Rita Wilson ve Sebastian Yatra’nın 2 Aralık 2022’de yayınlanan Oscar adayı “Till You’re Home” parçası da yer alıyor. Filmin müziği, En İyi Orijinal Şarkı dalında aday gösterildi. Bu filmi neden izlemeliyiz? Sizi sarsan bir olay yüzünden hayatınız bitmiş gibi hissettiniz mi hiç? Aslında kaba olmak istemediğiniz, ama tavırlarınızı kontrol edemeyip herkese karşı somurttuğunuz? Sonra karşınıza birisi çıkar bir gün. Tolstoy’un da dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Bu hikayede de ikinci durum mevcut. Kendi hayatını sonlandırmak üzereyken, bir anda karşısındaki eve cıvıl cıvıl bir ailenin taşınmasıyla değişen büyük kalpli Otto’nun hikayesi. Filmi izlerken o kadar gülüyorsunuz ki, arada bir durup, “Bir saniye, bu üzücü bir film, sanırım biraz üzülmem lazım” diyorsunuz kendi kendinize. Dikkatli bakarsanız Otto aslında kaba değil, sadece kibar davranmıyor. Çünkü çok yalnız hissediyor, insanların kendini umursamadıklarını düşünüyor. (Bu ayın kütüphanesine giderseniz, Dört Anlaşma kitabında varsayımlarla ilgili bir bölüm bulabilirsiniz 🙂 ) Filmi izlerken annem: “İç iki tane hap işte, her şeyi deniyor” dedi gülerek. Ama konu adamın hayatını sonlandırması değil zaten. Çünkü asıl yapmak istediği şey o değil. Herkes gibi, Otto da sevmek ve sevilmek istiyor. Bu hayat yalnız çekilmez. Otto, karısından bahsederken, “Ondan önce hiçbir şey yoktu, ondan sonra da hiçbir şey yok” dediğinde Marisol, “ben varım” şeklinde karşılık verirken aslında “ben buradayım, seni önemsiyorum ve senin için endişeleniyorum” demek istemişti. Ama o zamanlar Otto, hayatta istediği şeyin yalnız olmamak olduğunu anlamamıştı. Taa ki, Marisol, ona “İnsanlar aptal olduğu için hiçbir şey beceremeyeceklerini düşünüyorsun, bu yüzden her şeyi senin yapman lazım değil mi? Ama biliyor musun? Her şeyi tek başına yapamazsın. Kimse yapamaz. Biri senin gününü güzelleştirmeye çalışıyorsa ona izin vermen lazım, bu kişi aptal biri bile olsa” demişti. İnsan, fıtrat olarak her şeyi kendisinin en iyi yaptığını düşünmeye meyillidir. Ama bunun yüzünden her şeyi kendi yapmaya kalkarsa, hem her şeyin altında ezilir hem de yapayalnız kalır. Çünkü benlik ve enaniyet, insanları uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ama çocuklar anlar. Marisol’un küçük kızı, çizdiği resimlerde sadece Otto’yu renkli boyamıştı, ama resimlerde adamın suratı asıktı. Bu da, Otto’nun aslında mutlu olma potansiyeline sahip olduğunu, ama etrafındaki güzellikleri fark etmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. “Her zaman yapacağımız şeyler için yeterince vaktimiz olduğunu düşünürüz. Oysa zamanın da söyleyecekleri vardır. Bazen bir şeyler olur ve arkasından “keşke” ile başlayan cümleler kurarız.” İnsanlar Ove’nin dünyayı siyah beyaz gördüğünü düşünürdü. Oysa karısı renkli biriydi. Ove’nin gördüğü bütün renkler ondaydı… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hacksaw Ridge

Hacksaw Ridge Samiye Has Ağustos 15, 2024 Genel Tanıtım 2016 yapımı bu film Mel Gibson tarafından yönetilmiş, Andrew Knight ve Robert Schenkkan tarafından da yazılmıştır. Filmi izleyenler için inanması oldukça zor olsada filmin hikayesi gerçektir. 2004 yılında yayınlanan “The Conscientious Objector” adlı belgesel üzerine yapılmış bu film, İkinci Dünya Savaşında silah kullanmadan cephede savaşan “Desmond Doss” adlı bir askerin hikayesini anlatıyor. Filmin çıkması aslında 15 yıldan fazla sürdü desek yanlış olmaz. Hikayenin sahibi, kahraman Desmond’u ikna etmek, bir senaryo hazırlamak ve yeterli desteği elde etmek oldukça uzun sürmüş. Nihayetinde 2016 yılında yayınlanabilen film, 89. Akademi Ödüllerinde 6 Oscara aday gösterildi ve İki Oscar ödülüne layık görüldü. Dünya çapında yaklaşık 200 milyon dolar kazanç sağladı ve şu anda 8.1 IMDb puanına sahip. Prodüksiyon Mel Gibson’ın “Hacksaw Ridge” filmi, sadece Mel Gibson’ın geri dönüşü değil, aynı zamanda gerçek bir kahramanın hikayesini anlatan iddialı bir savaş filmi. Desmond Doss’un, Medal of Honor ödülünü kazanan ve vicdani retçi olarak savaşa katılan tek kişi olarak tarihe geçen öyküsü, izleyicilere unutulmaz bir deneyim sunuyor. Ancak bu film sadece Mel Gibson’ın eseri değil, yapımda emeği geçen koca bir prodüksiyon ekibi var ve onlar da birçok zorlukla karşı karşıya geldi. İşte “Hacksaw Ridge” filmi prodüksiyon aşamasından ilginç bilgiler: İlham kaynakları: Mel Gibson, filmi tasarlarken savaşın çirkin gerçekliğini yakalamak istemiş. Barry Robison, film yapımcı tasarımcısı ve Gibson diğer savaş filmlerinden ilham alarak çalışmalara başlamışlar. Kubrick’in “Paths of Glory,” Spielberg’ün “Saving Private Ryan,” ve Kurosawa’nın “Ran” gibi eserler üzerine konuşmuşlar. Kurosawa’nın sanatsal yaklaşımı Gibson’i çok etkilemiş. Çünkü Kurosawa, renk kullanımıyla filme duygusal derinlik eklemişti. Gibson da bunu yapmak istemiş: filmin savaş sahneleri, sadece görsel şölen değil, aynı zamanda duygusal bir destek sunmalıydı. Modelleme: Gibson’ın özel isteği üzerine filmin çekimleri için, ekip modellemeleri tamamen dijital platformdan uzak bir şekilde yapmış. Bir inç ölçekli model, savaş alanının üç boyutlu bir versiyonunu oluşturmak için hazırlandı. Kil ve diğer geleneksel malzemelerle model yapım ekibi, savaş alanını detaylı bir şekilde şekillendirdi. Bu model, yönetmen Mel Gibson ve diğer ekibin, kamera açılarını ve sahneleri planlamalarına bir dijital modellemenin sunamayacağı avantajlar sağladı ve kurgu bu şekilde planlandı. Prodüksiyonun en zorlu kısmı: Set dizayn ekibi, filmin savaş alanının oluşturulması sırasında büyük bir zorlukla karşı karşıya geldi. Ellerinde eğimli bir araziye sahip bir süt çiftliği vardı. Ancak filmin gereksinimleri doğrultusunda 9 metre derinliğinde ve 20 metre genişliğinde bir çukur kazmak gerekiyordu. İşte burada, çekimlerin yanı sıra izinler, drenaj, çakıl yerleştirme ve izinler alma gibi bürokratik süreçlerle başa çıkmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak, film için savaş alanını inşa etmek oldukça büyük bir başarıydı ve tamamlanması için birçok güçlüğün aşılması gerekti. Neden Bu Filmi İzlemeliyiz? “Korkma…” Savaşlar insanlığa da bir tehdittir aynı zamanda. Savaş anında birbiriyle göz göze gelen iki korkmuş düşman askeri, başka bir zamanda başka bir yerde karşılaşsalar belki de kaldırımda birbirlerinin yanından geçerken gülümseyeceklerdi… Ama kaderde birbirlerine karşı savaşta, bir sığınakta saklanırken karşılaşıp, birinin diğerinin yarasını sarmak varmış. İnsanlık böyle küçük hareketlerle kurtarılıyor işte. “Diğerleri can alırken ben can kurtaracağım. Dünya kendini yok etmeye bu kadar kararlıyken bir taraflarını iyileştirmeyi istemek o kadar da kötü gelmiyor bana.” Bir tarafta bayrağın, bir tarafta inancın. İnancından dolayı değer verdiğin bayrağını savunmana, insanlar inancından dolayı engel olsalar nasıl bir çıkmazın içine düşerdin? “Lütfen geri ver, Smitty” Ana karakterleri çekemeyen bir yan karakter hep vardır. Desmond sabahki antrenmanda Smitty’yi yendiğinde, tavır ve hareketlerinden Smitty’nin bunu kendine yediremediği çok açıktı. Amerikan anayasasının ilk maddesi, konuşma ve din özgürlüğünü sağladığı için filmde görüldüğü üzre savaş gibi beklenmedik ve olağandışı durumlarda bile bu haklar göz ardı edilemiyor. Ama bu haklara rağmen Smitty, silah kullanmayı reddeden birisi tarafından yenilmeyi kendine yediremediği için Desmond’u tahrik edip kışkırtmaya çalışmaya devam ediyor. İnancından dolayı silah kullanmayı reddeden Desmond, bu kışkırtmalara rağmen sakinliğini koruyor ve Smitty karşılık alamayınca bir süre sonra pes edip onu rahat bırakıyor. Günlük hayatımızda da böyle senaryolarla karşılaştığımız zamanlar çok oluyor ve her ne kadar içgüdülerimiz karşılık vermemizi söylese de sakinliğimizi korumanın her zaman için en iyi çözüm olduğu aşikar. “Buradaki askerlerin bir çoğu senin gibi inançlı değil. Ama senin ne kadar çok inançlı olduğuna inançları tam.” Herkesin küçük gördüğü inancı sayesinde istikrarını koruyup onlarca kişinin canını kurtarması o savaş anında mucize gibi bir şeydi. Buna tanık olan diğer askerler de o umudun kolayca kaybedilebildiği o cephelerde, tutunacak bir dal aradıkları için var güçleriyle buna sarıldılar. “Hiçbir şey olmasa bile bana verdiği o gülümseme aldığım en büyük mükafattı.” Esas gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olsa da bir insanın acısını hafifletebilmek, o savaş ortamında onun da içindeki sıkıntıyı azaltmıştı. Zaten hayat bir gürültü patırtının arasında bulduğumuz küçük mutluluklar ve gülümsemelerle güzelleşmiyor mu? “Lütfen birini daha almama yardım et.” İnsan bir kere Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırıp yaşatmak için yaşamaya başladığı zaman durmak bilmiyor. Bir kişiyle yetinemiyor. Birinin daha kalbine dokunmak, birinin daha yaralarını sarmak istiyor. Hem mecazi hem gerçek anlamda. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ağustos Kütüphanesi

Ağustos Kütüphanesi Dilara Özdemir Ağustos 15, 2024 İstanbul Hatırası Ahmet Ümit “Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek!”in önceden hazır olmak gerekir.” Özet İstanbul’un tarihini öğretirken aynı zamanda peş peşe olan yedi cinayetin çözümünü ele alan bir Başkomiser Nevzat kitabı. İstanbul’un çeşit çeşit insanını bir araya getirerek zengin bir hikaye ortaya çıkaran bu roman, Atatürk heykelinin altında, elinde eski bir madeni para bulunan bir cesedin ortaya çıkmasıyla başlar. İstanbul tarihinde önemli yerlere sahip olan kral veya hükümdarların en önemli eserlerinin yakınlarına bırakılan her bir cesedin elleri, bir sonraki cesedin yerini gösteren bir ok şeklinde bağlanmıştır ve avuçlarında o kral veya hükümdara ait bir sikke bulunur. İnceleme İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in ilk okuduğum ve en çok sevdiğim kitabıydı. Tabii ki sonunu söylemeyeceğim; ama gerçekten herkesten şüphelenmiştim, sadece bu sonu düşünmemiştim.Bu sene Batı Medeniyetleri Tarihi dersi aldım ve profesörümün öğrettiği her şey çok tanıdık geliyordu. Önce neden olduğunu anlamadım ama sonra kitabı hatırladım. Tarih dersinde öğrendiğimiz her şey aklımızda kalmaz, çünkü hocalar çoğu zaman konuların üzerinde gerektiği kadar durmazlar. Ama tarihi böyle kitaplardan, eğlenceli ve gizemli bir şekilde öğrendiğimiz zaman daha çok aklımızda kalır. Bu kitap da öyleydi. Çok uzun zamandır görmediğim, özlediğim, doğduğum şehirde böyle bir gezintiye çıkmak çok özel ve güzeldi. “Çünkü bizim düşmanımız kötü insanlar değildir, kötülüktür. Bizim düşmanımız zulmeden insanlar değildir, zulümdür. Ve zulümden beslenen bir inanç bize uzaktır, terstir, haramdır.” Rüzgarlı Pazar Ahmet Ümit “İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. Hazirana yakın, Mayıs’ın bilmem kaçı. İğde nerede? Otoların geçtiği köprü ile, yayaların yürüdüğü üst geçit arasında. Orayı ağaçlandırmışlar. Çitlembik, mazı, erguvan, akasya, hatmi ve tanımadığım bir sürü ağaç. Yahu gözünü sevdiğimin iğdesi, sen oraya nasıl geldin? Bir kuşun gagasında mı; yoksa bir yandan yürüyüp öte yandan iğde yiyen, çekirdeklerini sağa sola atan, elleri cebinde, başı havalarda bir bozkır çocuğunun eseri misin?” Özet İstanbul’da bir üst geçitte, birbirinden renkli hayatlara sahip seyyar satıcıların hikayesini anlatır Rüzgarlı Pazar. Babası Recep Efendi’nin rahatsızlıklarından bir tezgahta balonculuk yapan on-onbir yaşlarındaki Duran’dan tutun, gizli gizli kumara para yatırdı diye kocasını da, kocasının peşine düşen kumarbazları da döven eli maşalı ağzı bozuk Çiçekçi Cemile’ye; henüz hacca gidemese de kıyafetlerinden dolayı herkesin “Hacı” diye seslendiği adamotu satan adamdan, modaya uygun ucuz şapkalar satan Şapkacı Bacı’ya kadar Anadolu’nun her yerinden her çeşit insan vardır bu üst geçitte. Burada bir de Duran’ın yardım ettiği, gözleri görmeyen Nimet vardır. Şapkacı Bacı, bu genç kızın üst geçitte bir tezgah açmasına yardım etmiştir ve ona sahip çıkmaktadır. Herkesten bahsetmişken, çok büyük hayırlara vesile olacak Doktor’dan bahsetmezsek olmaz. Bu evsiz adam, işsizdir, dilenci değildir ama ne hikmetse çok parası var gibidir. İnceleme Rüzgarlı Pazar, cepleri boş ama yürekleri dolu insanların hikayelerini anlatır. İçinde hüznü de, mutluluğu da, ölümü de, düğünü de barındıran bu kitap, elinizde çayınız veya kahvenizle güneşli bir günde huzurlu bir zaman geçirmek için ideal. Kaç sene oldu okuyalı ama ben de içimden “Tekrar mı okusam?” diye geçirmedim değil… Mustafa Kutlu’nun ilk okuduğum kitaplarından biriydi ve o kadar çok hoşuma gitmişti ki, gidip 5-10 tane daha kitabını almıştım. İlerde o kitaplardan bazılarını da kütüphanemizde görebilirsiniz. “Söz bitiyor bazen. Sözün gücü, derde derman olmaya yetmiyor demek.” Yetim Koleksiyoncusu (The Orphan Collector) Ellen Marie Wiseman “Pencereyi kapatıp huzur veren kokuları içeride, şehirde olup biten her şeyi de dışarıda bırakmak istiyordu.” Özet İspanyol gribi, 1918-1919 yılları arasında dünyanın üçte birini öldüren ölümcül bir salgındı. Pia, 13 yaşında bir çocuk olmasına rağmen bu korkunç cehennemin ortasında savaş, influenza, ırkçılık ve yalnızlıkla boğuşurken aslında küçük bedenine kıyasla ne kadar cesaretli ve güçlü olduğunu kanıtlıyor bize. İnsan defalarca düşmesine rağmen yine de ayağa kalkabilir mi? Eğer bir amaç için yaşıyorsa, evet kalkabilir, kalkmalı. Ailesiyle birlikte Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş ve bütün ailesini birbirinden korkunç bir şekilde kaybetmiş olan romanımızın kahramanı, diğer insanlarda olmayan bir özelliğe sahip. Öbür yandan oğlunu influenzaya kaybetmiş komşusu Bernice, Pia evde değilken, evlerini karıştırarak hikayenin seyrini tamamen değiştirecek işlere kalkışmaktadır. Ama Bernice’ın anlamadığı şey şu ki; acı, ırk veya din ayırt etmez. İnceleme O kadar optimistik bir insanım ki, kitabın başlığını ilk gördüğüm zaman ana karakterin yetimleri korumak için topladığını sanmıştım. Sinirlerim bozulmuştu, yetimleri çalan bir kadının hikayesini okumayı beklemiyordum. Ne zaman ne olacağı belli olmayan, okurken diken üstünde tutan bir kitaptı. Tarihi romanlar çok hoşuma gider çünkü kurgu bile olsa bir olayla ilgili bir hikaye duyduğunuz veya okuduğunuz zaman, o olayı hatırlama ihtimaliniz artar. Şunu da eklemek istiyorum: kitap güzel bitti çok şükür. Güzel bitmesini o kadar bekledikten sonra eğer kötü bitseydi, sinir krizi geçirip kitabı camdan fırlatabilirdim ama yine de tavsiye ederdim. “Sarılmak, hiçbir şeye mal olmayan küçücük bir iyilikti…” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Simyacı

Simyacı Dilara Özdemir Temmuz 15, 2024 Kitap Özeti Simyacı, genç bir çobanın kalbini, daha da önemlisi Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendi hayalini, kendi kişisel efsanesini takip etme hikayesini anlatır. Bu delikanlı, sadece koyunlarıyla yaşamak isteyen mütevazi bir çobandır, ancak aynı zamanda dünyada dolaşmayı ve yol boyunca kitap okumayı da sever. Bir gün, bir çınar yakınlarında yıkık bir kilisenin altında otururken, Büyük Mısır Piramitleri’nin altında bulunan gizli bir hazineye dair tekrarlayan bir rüya görür. Ardından Melkisedek adında, kendisini başka bir ülkeden bir kral olarak tanımlayan, tuhaf bir bilge adamla tanışır. Adamın söyledikleri delikanlının hayallerini takip etme isteğini tetikler. Ertesi gün, koyunlarını satar ve Afrika’ya doğru yola çıkar. Mısır’a doğru giden bir kervanda, bir simyacı bulmak için tüm yolu gelmiş olan İngiliz bir adamla tanışır. Yolda seyahat ederken, İngiliz adam aşina olduğu simyanın sırları hakkında konuşur. Ancak delikanlı, karmaşık kitaplardan öğrenmeyi tercih eden İngiliz adamın aksine, kendi gözleriyle dünyayı gözlemleyerek simyayı öğrenir. Aniden, yaklaşan bir kabile savaşı hakkında söylentiler duyarlar. Sonunda Al-Fayyum’a varırlar, ünlü simyacının yaşadığı vaha. Delikanlı, hayatının aşkı olan Fatima ile tanışır, onu kendi hazinesinin bir parçası olarak görür. Simyacı delikanlıyı bulur ve onu hazinesine götürür. Yolda, simyacı ona her zaman kalbini dinlemesi gerektiğini söyler. Neredeyse piramitlere vardıklarında, bir kabile tarafından tutsak alınırlar. Simyacı, delikanlının kendisini rüzgara dönüştürebilen bir sihirbaz olduğunu iddia eder ve kendilerini kurtarmak için bunu denemelerini ister. Kabile, bunu yapabilirse onları affedeceğini kabul eder, ancak delikanlı bunu o an yapamaz. Sonra, tam üç gün meditasyon yaparak ve Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendini rüzgara dönüştürür ve kendini kampın diğer tarafına ışınlanır. Simyacı, delikanlıya veda eder ve delikanlı piramitlere doğru gitmeye devam eder. Varır varmaz hırsızlar tarafından saldırıya uğrar. Orada ne yaptığını sorduklarında, rüyasını açıklar ve bir hazinenin kendisini piramitlerin altında gömülü olarak beklediğini iddia eder. Hırsızlardan biri ona güler ve aynı rüyayı gördüğünü söyler, ancak bu rüya İspanya’da çobanların uyuyup dinlendiği bir çınar altında gerçekleşmiştir. Delikanlı daha sonra hazinenin tüm bu süre boyunca İspanya’da olduğunu fark eder. Ülkesine geri döner ve kürek alıp ağacın altında kazmaya başlar. Orada hazinesini bulur: onun ve Fatima’nın uzun bir süre mutlu bir şekilde yaşayabileceği altın dolu bir sandık. Arzuladağı hazine bunca zaman Santiago’nun zaten hep yanıbaşındadır. Ama gerçek hazinenin ne olduğunu yorumlamak okuyucuya kalmış… Yazarın Biyografisi Paulo Coelho, 24 Ağustos 1947’de Rio de Janeiro, Brezilya’da doğan bir yazardır. Coelho, Cizvit okullarında eğitim aldı ve dindar Katolik ebeveynler tarafından büyütüldü. Erken yaşlarda yazar olmak istediğine karar verdi, ancak ebeveynleri, bu meslekte Brezilya’da gelecek görmeyerek onu cesaretlendirmiyorlardı. Coelho, 38 yaşındayken İspanya’da bir manevi uyanış yaşadı ve bu deneyimini ilk kitabı olan “The Pilgrimage”de yazdı. Onu ünlü yapan ise ikinci kitabı olan “The Alchemist” idi. The Alchemist, dünya çapında bir fenomen haline geldi. 35 milyon kopya sattı ve şu anda yaklaşık iki yılda bir kitap yazıyor. Oldukça alışılmadık bir programlama ritüeli olarak, yeni bir kitap için yazma sürecine bir Ocak ayında beyaz bir tüy bulduktan sonra başlıyor. Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, bu işe yarıyor gibi görünüyor. 26 kitabı en az 59 dilde 65 milyon kopyadan fazla satmıştır. Kitabın Ödülleri 67 farklı dilde çevrilen bu kitap, dünya genelinde 65 milyonun üzerinde kopya satışı yapmış ve birçok uluslararası ödül kazanmıştır. Bu ödüller arasında Birleşik Krallık’ın 2004 Nielsen Altın Kitap Ödülü, Fransa’nın 1995 Grand Prix Litteraire Elle Ödülü ve Almanya’nın 2002 Corine Uluslararası Kurgu Ödülü bulunmaktadır. Kitabın İncelemesi “Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.” Ama bilmez mi gerçekten? Ego da bundan kaynaklı değil midir? İnsan ne kadar empati yapabilse de tam anlamıyla sadece kendi duygu ve düşüncelerinin farkındadır, gerçi bazen onun bile farkında değildir. Herkesin hayatı kendi evreninden ibarettir ve başkalarının evrenleriyle çakıştığında ister istemez, farketmeseler bile bir alışveriş olur. Hiçbir şey boş yere olmazken, günlük hayatta karşımıza çıkan biri bize, küçük-büyük farketmez, nasıl bir şey katmasın? Küçükken düşünürdüm: “Ben dünyaya hep bu gözlerle bakacağım.” Kardeşime bakardım, onun açısından dünyayı hiçbir zaman görmeyeceğim diye düşünürdüm. Zaten bu yüzden insanın kendine değer vermesi gerekmez mi? Yaratılanı sev, Yaradandan ötürü. Peki bu bakış açısında biz neden hep kendimizi atlarız? Kendimize vermemiz gereken değeri neden hep gözardı ederiz? Düşünsenize, hayatınıza bir sürü kişi gelip gidiyor. Ömrümün sonuna kadar hiç ayrılmayız dediğin biriyle ortada hiçbir sebep yokken ayrı düşüyorsun. Çünkü hayat böyle, insan değişiyor. Ama önemli olan, bu iç içe geçmiş evrenler silsilesinde herkesten pozitif manada bir şeyler almaya çalışmak ve verdiğimiz şeylerin de pozitif olmasına çok dikkat etmek. “Yaşlı büyücü,” dedi kendi kendine, “her şeyi bal gibi biliyordun. Bu kiliseye geri dönebilmem için biraz altın bile bıraktın. Paçavralar içinde geri döndüğümü görünce katıla katıla güldü keşiş. Sanki bunlardan esirgeyemez miydin beni?” Rüzgârın kendisini yanıtladığını duydu. “Hayır. Sana bunu söyleseydim, Piramitleri görmeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?” Gerçekten delikanlı Piramitlerin güzelliklerini görsün diye mi oraya gönderildi sizce? Bence kesinlikle hayır. Önemli olan varış değildi çünkü, yoldu. O yolda tanıştığı insanlar, üstesinden geldiği zorluklar ve öğrendiği derslerdi önemli olan. Piramitlerin güzelliği işin cabası… Evrensel Dil’i konuşmayı öğrenmesiyle kıyaslanamaz bile. Aynı şekilde, hazine bence o harcandıkça bitecek altın dolu sandıktan ziyade delikanlının yaşlı kralı, Simyacıyı, Fatima’yı ve yolculukta karşılaştığı herkesi tanımasıydı. Konuşmayı öğrendiği Evrensel Dil’in ona kattıkları, o altın dolu sandıktan çok daha değerli. “Herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilemez.” Günlük hayatta ne kadar çok “söylemesi kolay” demek istediğimizi farkediyor musunuz? Çünkü insanın yapısındadır yargılamak, sadece bazıları kendilerini tutmayı hiç beceremezler ve insanların işlerine burunlarını sokmaya bayılırlar. Oysa empati seviyesi ne kadar yüksek olursa olsu, kimse bir başkasının tam olarak ne düşündüğünü veya hissettiğini kavrayamaz. Çünkü herkes olayları farklı bir bakış açısıyla yorumlar ve işin güzel tarafı da budur; farklılıklar böylelikle meydana gelir. Herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak çekilmez olurdu. Ama işte nefs, kendinden başka herkesi çok iyi tanıdığına inandığı için her konuda yorum yapmak ister. Oysa, ne demiş Mevlana Celaleddin, “Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Alıntılar “İnsan sevdiği için sever. Aşk’ın hiçbir gerekçesi yoktur.” “Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: başarısızlığa uğrama korkusu.” “Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir.” “Neden yüreğimi dinlemek
Whiplash

Whiplash Polat Temmuz 15, 2024 Genel Tanıtım 2014 yapımı bu muhteşem eser, Damien Chazelle tarafından yazılıp yönetilmiştir. Kendisi aynı zamanda “La La Land” filminin yönetmenliğini de yapmıştır. Chazelle, filmi Princeton Lisesi stüdyo grubunda yaşadığı anılarından esinlenerek yazmıştır. Filmin bolca drama ve gerilim ile ilgi çeken hikayesinin yanı sıra, muhteşem performanslarıyla gözleri ekrana kilitleyen iki oyuncusundan bahsetmeden geçemeyiz. Ana karakteri canlandıran Miles Teller ve öğretmen rolünü üstlenen J.K. Simmons, bu filmde tartışmasız çok kaliteli bir dram performansı sergilemişlerdir. Öyle ki, J.K Simmons, Whiplash filminde rol aldıktan sonra Oscar En İyi Yardımcı Oyuncu ödülünü kazanmıştır. Film, izleyiciler tarafından büyük önem taşıyan IMDb puanlamasında da 8.5 puan almıştır. Müzik Whiplash’ in film müzigi, Varèse Sarabande’nin Whiplash adlı albümünden geliyor. 7 Ekim 2014’te yayinlanan album, üç bölüme ayrılmış orijinal caz parçaları, arka plan kısımları ve klasik caz standartlarından oluşan 24 parça içeriyor. Stan Getz ve Duke Ellington gibi bir çok sanatçı albümde yer alıyor. İlginç bir detay ise, Miles Teller’in baş karakteri Andrew’un davul çalma sahnelerine kendisinin hayat vermesi! Prodüksiyon Peki, nasıl oldu da bu film yapıldı? Sonuçta Hollywood, gerilim yüklü, orkestra odasını savaş alanı olarak kullanan caz filmlerini desteklemesiyle tanınmıyor. Damien Chazelle‘in senaryosu da tam altı ay boyunca çeşitli yapımcılar arasında dolaştı. Taa ki, “Juno” filminin yönetmeni Jason Reitman’ın ilgisini çekene kadar. Ancak bu noktada sorunlar bitmedi. Uzun metrajlı bir filmi finanse etmek ciddi bir destek gerektiriyordu. Daha önce adı duyulmamış genç bir yönetmen olan Chazelle ve ilginç senaryosu için bu zor bir görevdi. Jason Reitman, finansörlerle “bir ucundan tattırmayı” teklif ederek bu finansal soruna çözüm bulmaya çalıştı ve 2013 Sundance Film Festivali’nde 18 dakikalık bir kısa film olarak Whiplash yayınlandı. Festivalden sonra Bold Films adlı şirket, filme 3.3 milyon dolarlık bir bütçe sağladı ve çekimlere başlandı. Jason Reitman ile uzun süredir çalışan J.K. Simmons, kısa filmdeki rolüne devam etmeyi kabul etti; ancak Damien Chazelle, Andrew rolünü Miles Teller‘a teklif etti. Zaten kısa filmde de Teller’ın oynamasını istemişti, ancak o zamanlar Uyumsuz serisiyle meşgul olan Teller, kadroya dahil olamamıştı. Filmin yapım süreci de bir hayli ilginç. Prodüksiyon en erken 2014 Sundance’den iki ay önce başlayabildi ve festivalin önemi nedeniyle Chazelle, filmi festivale kadar bitirmek istiyordu. 19 günlük çekim süresince Chazelle, 150 tane hikaye taslağı çizdi, her gün 18 saat boyunca çekimler devam etti. Hatta bir gün Chazelle, arabasını hurdaya çeviren ve kendisini de hastaneye kaldıran bir kaza geçirdi ama hemen ertesi gün sete geri döndü. Chazelle için, Andrew gibi bu iş için kanını, terini dökmüş diyebiliriz. Filmin prodüksiyon sonrasına da bakmakta fayda var çünkü film “En İyi Kurgu” dalında bir Oscar ödülü kazandı. Chazelle, filmin kurgusu için “Aramızda bir şaka vardı: filmin Fletcher kesmiş gibi olsun istedik.” demiştir. Görünüşe göre bu arzularına ulaşmışlar: hem sıkışık bir süre içindeki dakik çalışmaları, hem de final halinin gericiliğine rağmen film tam da Fletcher’ın elinden çıkmış gibi! Bu yoğun süreç mutlu bir şekilde sona erdi: Sony tarafından dağıtım hakları satın alınan film, yıl sonunda gösterime girdi ve sonrasında üç adet Oscar ödülüne layık görüldü. Neden bu filmi izlemeliyiz? “Ben sana çalmaya başla dedim mi? Neden çalmayı bıraktın dedim.” Gençsiniz… Henüz 19 yaşındasınız… Hayatınızın en heyecanlı ve hareketli zamanları ve ileride olmak istediğiniz büyük kişi, gençliğinizde yaptığınız seçimlere bağlı. Bir gece yine bütün gayretinizle hayatınızın tutkusu olan bateriyi büyük bir hırsla çalıyorsunuz. Ve gittiğiniz o “ülkenin en iyi müzik okulu” olarak bilinen yerin en saygıdeğer hocası karşınıza çıkıyor. Şaşkınlıktan donup kalıyorsunuz ve tüm odayı bateri yerine sessizlik kaplıyor. Size “Neden çalmayı bıraktın?” diye sorduğunda ümitlenip tekrar çalmaya başlıyorsunuz. Karşınızdaki büyük müzisyen bu sefer de, “Ben sana çalmaya başla dedim mi?” diye soruyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Filmin başlarında Fletcher, Andrew’u üç kez ümitlendirip, üç kere hayal kırıklığına uğratıyor ve bu filmin geri kalanını seyircilere bir nevi haberdar ediyor. Ancak bu bir film ve daha filmin başındayız. Hepimiz Fletcher’ın geri gelip Andrew’a bir şans daha vereceğini biliyoruz. İçten içe, çoğu filmin ortak teması olan öğretmen-öğrenci ilişkisini göreceğimiz hayaliyle filmi izliyoruz. “Bütün kabalığı, ona değer vermesinden ve potansiyelini keşfetmesini istemesinden” diye düşünüyoruz belki de… Bu noktada, üç tane küçük (ama kişiye göre büyük olabilecek) detayı paylaşmak isterim: İngilizce’de büyük İ harfinde nokta olmamasına rağmen (I), nota kağıdında WHİPLASH olarak yazılıyor. Filmin sonunda Andrew bateri çalarken, zilin üstünde ‘İstanbul’ yazdığını görüyoruz. Başrol oyuncumuz Miles Teller, bateri çalma sahnelerini dublör kullanmadan bizzat kendisi çalıyor. Bando üyelerinin enstrümanlarını çalmak için tek bir el hareketini beklediği Fletcher, dört tane hayat dersini bizlere sunuyor: “Bu arada, akordu bozuk olan Metz değildi. Sendin, Ericson. Ama o bilmiyordu. Bu da yeterince kötü.” Kendine güven. Biri burnunun dibinde gelip bağırıyor diye doğru olduğunu düşündüğün şeyden vazgeçme. Tabii ki, bunu yapabilmen için önce yaptığın şeyin doğruluğundan emin olman lazım. “Şeflik için orada değildim. Herhangi bir moron’da kollarını sallayıp tempoyu idare edebilir. İnsanlara sınırlarını zorlamak için oradaydım.” Elmaslar basınç altında oluşur. Bu basınç her zaman insanlar tempoyu tutturamadı diye kafalarına sandalye fırlatmak olmasa bile, karşımıza çıkan zorluklarla baş etmeyi bilmeli ve kolay kolay pes etmemeliyiz. “Dilimizde ‘aferinden’ daha tehlikeli bir kelime kesinlikle bulamazsın.” İnsan sınırları zorlanmadıkça kolaya kaçar, azla yetinir. Ama her zaman kendini daha çok geliştirmeyi bilmelidir. Tabii, başrolümüzün de sorduğu gibi: “Bunun bir sınırı yok mu?” “Sen beni salak mı sandın? Biliyorum bu sendin.” Aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeyin. İlk defa geçtiğiniz bir yoldaki çukuru farketmeyip düşerseniz, kimse sizi suçlayamaz. Ama bu hatayı tekrar tekrar yapmamalısınız. Fletcher, La Fonten Masallarındaki yılanlar ve akrepler gibi, sahne dışındayken güzel sözleriyle başrolümüzü kandırıyor; sahneye çıktıkları anda zehrini salgılayıp adamı küçük duruma düşürüyor. Andrew da ünlü olma ve dünyada bir fark yaratma arzusuyla, bu akrebin zehrine her fırsatta farketmeden kolunu açıyor. Ancak kendine güvendiği ve hayallerinden emin olduğu için, Andrew sahneyi Fletcher’a bırakmayıp geri dönerek bu sefer de Andrew bize bir hayat dersi veriyor: Kimsenin size ne yapabileceğinizi veya yapamayacağını söylemesine izin vermeyin. Aksi takdirde hiçbir yere gelemezsiniz. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
12 Kızgın Adam (12 Angry Men)

12 Kızgın Adam (12 Angry Men) Dilara Özdemir Nisan 15, 2024 Genel Tanıtım 12 Angry Men, 1957 yılında Sidney Lumet tarafından yönetilen etkileyici bir Amerikan hukuk dramasıdır. Film, Reginald Rose’un aynı adı taşıyan 1954 tarihli televizyon oyunundan uyarlanmıştır. Hikaye, cinayet şüphesiyle karşı karşıya kalan bir genç hakkında karar verecek olan bir jüri ekibini anlatıyor. Jürinin makul şüphe temelinde mahkumiyet veya beraat konusunu müzakere etmesini ele alıyor. Jüri, anlaşmazlık ve çatışma ile başa çıkarken, onların ahlaki değerleri sorgulamalarına neden olan derin sorular ortaya çıkıyor. Oyuncu kadrosunda bulunan Henry Fonda, aynı zamanda yapımcı olarak Reginald Rose ile birlikte yer alıyor. Diğer önemli isimler arasında Lee J. Cobb, Ed Begley, E. G. Marshall ve Jack Warden bulunuyor. Akademi Ödülleri’nde “12 Angry Men”, “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” kategorilerinde adaylık elde etti. Ayrıca, Amerikan Film Enstitüsü tarafından AFI’nin 10 Top 10 listesi kapsamında, “En İyi Mahkeme Draması” olarak 1962 yapımı “To Kill a Mockingbird”ün ardından ikinci sırada seçildi. 10 üzerinden 9 gibi iddialı bir IMDb puanına da sahip. Prodüksiyon Reginald Rose’ın “12 Angry Men” adlı senaryosu başlangıçta televizyon için hazırlandı ve Eylül 1954’te CBS’in Studio One programında canlı olarak yayınlandı. Televizyon prodüksiyonunun başarısı, bir film uyarlamasına yol açtı ve Henry Fonda ile Rose, daha önce televizyon prodüksiyonları için dramalar yönetmiş Sidney Lumet’i yönetmen olarak görevlendirdi. New York’ta çekilen film, kısa ancak yoğun bir prova programının ardından üç haftadan az bir sürede ve $337,000 dolarlık bir bütçeyle (2025’de yaklaşık $3,500,000 dolara eşdeğer) tamamlandı. Neden bu filmi izlemeliyiz? Doğruyu savunan tek kişi olmak bu hayatta her şeyi değiştirebilir. Savunduğunuz şeyin doğru olup olmadığını bilmeseniz bile öğrenmek için savunmaya değmez mi? Yoksa, günlük hayattaki koşuşturmacanıza veya sonucunu merak ettiğiniz maça geri dönmek için neredeyse çocuk sayılabilecek genç bir adamın hayatını hiçe sayabilir misiniz? “Ne zaman önyargınızı kullansanız gerçekleri göz ardı edersiniz.” Mevlana, “Etrafına baktığında her yer karanlıksa, bir kere daha bak; belki de ışık sensin.” diyor. Yalnız olmak korkutucu, cesaret isteyen bir şey ama gerçeği açığa çıkarmak ve onu herkesin görmesini sağlamak için küçücük bir ihtimal dahi olsa, bu riski almaya değmez mi? Sadece birkaç saatliğine oturulup konuşulduğunda çözülebilecek bir konu için o hayatın hatrına o birkaç saat feda edilemez mi? Değer. Ama gelin bir de bunu karşınızda saatlerce size bağıran ve yanlış olduğunuza dair inat eden biri varken deneyin. Öyle ki, adını sorsalar bağırarak söyleyecek durumda. Babam dedi ki, “bağıranların mutlaka kendileri hakkında bir sorunları vardır,” ya da böyle birşeydi tam hatırlamıyorum. Haklı insan sakindir çünkü haklılığını kanıtlamaya lüzum duymaz. Ama bağıran kişi haksızlığını sesiyle örtmeye çalışırcasına yükseldikçe yükselir. “Bir hiç olmak çok üzücüdür beyler. İnsanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez de olsa önemli olmak ister.” Cahile karşı en büyük cevap da sessizliktir. Biri uzun bir süre sesini yükseltip karşı tarafa haklı olduğunu kabul ettirmeye çalıştığında, insanlar bir süre sonra onu dinlemez, dinleyemez olurlar. Çünkü muhattaplarıyla muhabbet kuramayacak, onları ikna edemeyecekleri noktaya geldiklerinin farkındadırlar. Böyle zamanlarda biraz ara vermek her iki tarafa da iyi gelir. Bir bakarsınız sonunda beklenmeyen olmuş ve ortak bir karara varmışsınız; bir kişi, on iki kişi olmuş… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan