Issız bir gece vakti, 19.yy. Londra’sını andıran sokak lambaları ile sokağın görüntüsü insanın hoşuna gidiyordu. Sonbaharın getirdiği yağmur ile yerlerin ıslaklığı ve zeminden gelen o soğuk hava tatlı bir üşüme hissiyatı oluşturuyordu. Otobüsün gelmesine henüz 17 dakika vardı. Gözlerini kolundaki metal saatten ayırıp tekrar ıslak taş yola bakarken bir yandan eliyle atkısını burnunun üzerine doğru çekti. Rüzgâr kuvvetini arttırarak her seferinde daha da soğuk esiyordu. Ellerini tekrar montunun cebine doğru götürürken etrafına baktı. Sonbaharın gelişiyle beraber yapraklarını dökmeye başlamış olan ağaçlara baktı. Birçoğu henüz yapraklarının yarısını dökmemişti. Hayat döngüsünün sonunda olan o yapraklar rüzgârın esintisiyle beraber kulaklarına hışırtı seslerini dinletiyordu. 

Rüzgâr, o seslerin çıkmasına sebep olurken aynı zamanda o sesleri kendisine getirmesinde yardımcı oluyordu. “En azından sessizlik içerisinde gömülmüş durumda değilim, beni yalnız bırakmayan yapraklar var” diye geçirdi içinden. Soğuk havadan daha fazla etkilenmemek için havanın kendisiyle olan bu iletişimini düşünüyor, kendisini meşgul etmeye çalışıyordu. Sol elini montunun cebinden çıkartarak bir kere daha saatine götürdü gözlerini. 14 dakika vardı hâlâ. O kadar düşünceden sonra sadece 3 dakika mı geçmişti? Arkadaşını ziyaretinden bu kadar geç döneceğini tahmin etmemişti. Sadece 2 saat kalıp çıkmak niyetindeydi. Ancak -bir klişedir ki- muhabbet muhabbeti açmış 5 saat geçirmişti onun evinde. Uzun zamandır yüz yüze konuşamadıklarından olsa gerek, bir türlü sohbetlerini sonlandıramamışlardı. Bahçede otururken hava gayet güzeldi. Bu kadar soğuk olmadığından emindi. Veya yanlarında sürekli çay olduğundan soğuğu bu kadar hissetmemişlerdi. O sırada rüzgâr yüzlerine tatlı tatlı vuruyor, sohbetlerine eşlik ediyor ve kendilerini rahatlatıyordu. Şimdi ise hava kararmış, yağmurlu bir havada tek başına otobüs bekliyordu ve soğuk daha etkili olmaya başlamıştı. 

Düşünceleri, bir o yandan bir bu yana savrulurken burnuna bir koku geldi. Yağmur kokusu muydu acaba? Hayır, en sevdiği kokuyu anlayamayacak değildi. Yakınlardaki evlerden birinde ekmek yapılıyor olmalıydı. Aç olmamasına rağmen o taze ekmekten tatmak istedi. Bu saatte ekmek yaptıklarına göre ya çok kalabalıklar ya da kahvaltı için şimdiden ekmeği yapıyorlar diye düşündü. Küçükken evde yapılan ekmekleri hatırladı. Ekmekler yapılır daha sonra bir sofra bezinin içine sarılırdı. Gerçi onlar sabah kahvaltıdan önce yapardı, bu sayede sıcak sıcak sofraya oturur oturmaz midelerine yollardı. Hatta eğer misafir gelecekse 2-3 tane yapılır, birileri ekmek ile uğraşırken ev ahalisinin geri kalanı kahvaltı sofrasının geriye kalanını hazırlardı. Her şeyden önce çay demlenir hazır beklerdi. Daha kahvaltı sofrasına oturmadan herkes en az birer bardak çay içerdi. Yaşanan büyük heyecan, sabahın nuruyla birleşince çok daha tatlı olurdu. Güneşin yeni doğduğu, sabahın hafif soğuk rüzgârıyla beraber bahçede içilen o çayın verdiği haz ise tarif edilemezdi. 

Nedense her hikâyede rüzgâr var diye düşündü bir anda. Otobüsü beklediği an da dahil, arkadaşıyla otururken, çocukluğunda bahçedeyken, güneşin doğduğu an ve daha birçok anda rüzgâr hep vardı. Rüzgâr, hem daha soğuk hem de daha sıcak hissettiriyordu. Bazı anlarda vardı ki soğuk olsa bile o anı ısıtıyordu. İnsanı titretse bile o kadar farklı hislere bürüyordu ki işte istediğim rüzgâr, bu rüzgâr dedirttiriyordu. Kokuları, sesleri, insana ulaştırıp anıları canlandırıyordu. Rüzgâr ile hemhal ederken bir kez daha saatine bakınca hâlâ 9 dakika olduğunu gördü. Elini tekrar cebine götürürken, sanırım rüzgârın ulaştıramadığı tek şey zaman diye düşündü ve gözlerini kapatıp soğuk havada üşümeye devam etti.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *