Yolculuğun Mayası: Izdırap

Yolculuğun Mayası: Izdırap Dilara Özdemir Ekim 15, 2024 Tüm muhteşem hikâyeler gerçekten iki şekilde mi başlar? Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı mı gelir? Ya bu yolculuk insanın kendi içineyse? Kendini keşfetmesiyle ilgiliyse? Kendi iç dünyasına yolculuğa çıkmamış bir insan, dünyanın neresine giderse gitsin eksik değil midir? Eksik biri, tam olmadan muhteşem bir hikâyenin başrolü olabilir mi? Belki de bu iç dünyamıza yolculuk, fiziksel yolculuğa çıkmadan gerçekleşemiyordur, o yüzden öyle demiştir yazar. Hayat aynı şekilde devam ederken, insan bir sabah kalkıp “Ben bugün iç dünyama yolculuk yapmaya karar verdim.” diyebilir mi? Bence diyemez. Bence, onu düşünecek noktaya bile gelebilmesi için yolculuğa çıkması, başka insanların hayatına dokunması, incinmesi, sevmesi, öfkelenmesi, ızdırap çekmesi gerekir. Mesela bir yaprak, ağacın dalındayken anlamaz ki yaprak olduğunu. Etrafı başka yapraklarla çevrilidir çünkü, farkı göremez. Güneşi gördüğü ilk andan beri, kendini bildi bileli o dala, o ağacın kütüğüne dayanmıştır. Ama gün gelir, kopması gerekir o daldan. Sararıp, solup gübre olmak için değil, rüzgâra karışıp yeni yerler görebilmek için. Ama bildiği yerden kopmadan yakalayamaz o fırsatı. Rüzgâr çetindir, onu nereye götüreceği belli değildir. Bazen hızla yere çarpar onu, bazen de göklere çıkartır. Ama yaprak hepsine razıysa eğer, inişiyle çıkışıyla sever rüzgârı, hayatı. Ya da bir yağmur damlası, belki de ayrılmak istemiyordur buluttan. Belki gökyüzünün o uçsuz bucaksız, insanın içini eriten huzurunu bırakıp da yeryüzüne inmek istemiyordur. Belki korkuyordur birinin kocaman sarı yağmur botlarının altında ezilmekten. Belki de bir arabanın ön camına düşüp de silecekler tarafından fırlatılmaktan ürküyordur. Ama o bulutu bırakmazsa bilemez ki, sevdiğinin gözlerinin içine bakan bir kadının kirpiğine konacağını, onların sevdasına şahit olacağını. Eğer kendini bırakmazsa yerçekimine, bir çiçeğe hayat olma sevincini yaşayamaz ki. Bütün hikâyeler bir yolculukla başlar. Hayat bu yolculuktan ibarettir. İlk nefesimizi aldığımızdaki feryadımızdan, gözümüzü son kez kapayıncaya kadar devam eden yolculukta önemli olan varmak değil, yolda olmaktır. Yolu güzelleştiren de kimlerle o yola çıktığımızdır. Kalbine ayna olan insanlarla o yolculuğa çıkıldığında, o zaman insanın kendi içine doğru yolculuğu da beslenir, desteklenir. Bir bitki yalnız kalıp filizlendikten sonra gökyüzüne başını uzatıp nefes alabilir. Eğer çevresindeki toprak uyumlu olmazsa yolculuğu yarıda kalır, tohum olmaktan bile çıkamaz. Ama sabırla kendi içinde büyüdükten ve incecik, kırılgan bedeniyle o taş gibi toprağı deldikten sonra bütün güzelliğiyle selam verir dünyaya. Ve her şey, bütün güzellikler dâhil, insanın kendi içine yolculuğu ve ızdırabıyla başlar… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Beyaz Yağmur

Beyaz Yağmur Bilal Uygur Ekim 15, 2024 Yağmur var dışarıda, gözlerimi bir türlü açamıyorum ama biliyorum ki yağmur var, sağanak yağmurun getirdiği o kulaklarımın pasını silen sesi duyuyorum. Yatağımda değilim artık sanki.Yorgunluktan bitmiş, tükenmiş bir şekilde eve geldiğim gibi tek hedefim yatağıma ulaşmaktı. Gökyüzünde çakan şimşekleri görürken gök gürültüsünün sesini duymamak garip bir histi. Her saniye gökyüzünün ışıldaması görkemli bir manzaraydı. Bunlar yaşanırken aynı zamanda tek amacım yatağa atmaktı kendimi. Başım yastık ile buluştuğu anda da kendimi uyku alemine bıraktım. Gecenin bir vakti, saati bilmiyorum ama yağmur var dışarıda. Tek duyduğum yağmur damlalarının yere vurduğunda çıkardığı sesti. Başka hiç ses yok. Ne bir insan sesi ne bir kuş sesi ne de başka bir gürültü. Yağmur ve ben. Kalkıp pencereden sesini duyduğum yağmur ile göz göze gelmek istiyorum. Onunla bir olmak için. Gariptir ki kalkmayı geçtim gözümü dahi açamıyorum. ‘Yorgunluktan dolayı herhalde’ diyorum ve sadece sesleri dinlemeye devam ediyorum. Yağmur o kadar nazik ki onun nezaketi eşliğinde tekrar uykuya dönüyorum.Yine gece vakti ve yine yağmur var, devam ediyor ama bir önceki ile aynı yağmur değil. Bu sefer daha hüzünlü sanki. Sesler yine kulağımı okşuyor ve bu sefer gözlerimi açabiliyorum. Dışarısı tamamen karanlık yağmur tanelerini göremiyorum bile. Dışarıda bulunan tüm ışıklar sanki emilmiş. “Ama nasıl? Yağmurun kendisi mi acaba bunu yapan?” diye düşünmeden edemiyorum. Yatağımdan kalkmaya yelteniyorum ve evet başarılı bir deneme. Ama odamda değilim, odamdayım ama sanki benim bildiğim odam değil burası. Her şey değişik hissettiriyor. Pencereye yaklaşarak dışarıya daha dikkatli bir şekilde bakıyorum. Bazı yağmur damlaları beyaz. Gözlerimin önünden sanki ışık hızında beyaz renkler yere çarpıyor ve anında kayboluyor. Dışarıda bulunan tek ışıklar da bu beyaz damlacıklar. Elimi uzatıp pencereyi açıyorum ve yüzüme vuran serinliği hissediyorum. Yağmurun dokusu, tenimde bıraktığı o ferahlatıcı his, beni gerçekliğe biraz daha yaklaştırıyor. Beyaz damlacıkların sırrını çözmeye çalışırken, bir yandan da bu anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Damlaların beyaz ışıltısı ve yağmurun melodisi, ruhumun derinliklerindeki yorgunluğu alıp götürüyor sanki. Bu hüzünlü, ama bir o kadar da huzur verici yağmurda kaybolmuşken, kendimi ve etrafımı yeniden keşfediyorum. Yağmurun bu sihirli dokunuşu altında, aslında her şeyin değişebileceğini fark ediyorum. Ayaklarım beni yeniden yatağa götürüyor. Kapanan gözlerimle, yağmurun tatlı fısıltısına kendimi bırakıyor ve yeniden uykuya dalıyorum. Bu gece, yağmurla bir bütün olarak, rüyalarımda kayboluyorum. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Marcel Duchamp

Marcel Duchamp Zeynep Özçelik Ekim 15, 2024 Marcel Duchamp Kimdir? Henri-Robert-Marcel Duchamp (1887-1968), 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilen Fransız-Amerikan bir sanatçıdır. 1904 yılında liseden mezun olduktan sonra Duchamp, Paris’e abisinin yanına taşınır ve burada Julian Akademisi özel sanat okuluna gitmeye başlar. Küçük yaşlardan itibaren sanat ile uğraşan Duchamp, kısa sürede sanat dünyasının kurallarını ve beklentilerini sorgulamaya başlar ve kendi yollarını aramaya koyulur. Birinci Dünya Savaşı’na tepkisinden dolayı Duchamp, 28 yaşında yeni bir yere, Amerika’ya taşınır ve sanat serüvenine burada devam eder. Duchamp’ın en ünlü eserlerinden biri olan 1917 yılında yaptığı “La Fontaine” (Çeşme) adlı eser, bir tuvalet küvetinin sanat olarak sunulması olarak tanımlanabilir. Bu eseri sayesinde Duchamp, sanatın dönüştürülebilir olduğunu ve herhangi bir nesnenin sanat olarak kabul edilebileceğini savunur. Duchamp’ın çalışmaları, düşünceleri, sanatın içeriği ve formu ile ilgili önemli konuların ele alınmasına yol açar– sanat dünyasının kurallarını ve beklentilerini sorgulamaya ve yeniden tanımlama çabasını yansıtmaktadır. Bu alışılmışın dışındaki çalışmaları, günümüzde de sanat dünyasını büyük oranda etkilemektedir. La Fountain Marcel Duchamp’ın, 1917’de New York’taki Armory Show’da “R.MUTT” takma adıyla sunmaya karar verdiği ticari olarak satın alınan izmal edilmiş bir nesne olan bir pisuarı, ters çevirir, imzalar, bir kaide üzerine yerleştirir, ona “Çeşme” adını verir. Bu çalışma “Ready-Made”, yüzyıllardır dünyayı temsil etmekle sınırlı kalan akademik sanat (geleneksel ve burjuva değerlerinin simgesi) olan “retinal sanat” a meydan okumayı amaçlamaktadır. Nesnelerin temsilinden, bu yeni plastik süreçle onların doğrudan sunumuna geçiyoruz: Nesne, bağlamından saptırılır ve görüntüsünü temsil etmeye veya bir desteğe dahil etmeye ihtiyaç duymadan bir sanat eseri olarak sunulur. Örnek olarak Kubistlerin daha önce yaptığı eserler verilebilir. Duchamp’ın gerçekleştirdiği ve Yeni Gerçekçilerin düşüncesini önceden şekillendiren bu eylem, sanat eserinin, sanatçının, izleyicinin var olma koşullarının yerine geçtiği için çağdaş sanat düşüncesi için temel teşkil eder. Eğer izleyici bir nesneye eser olarak bakarsa eser vardır, yani başka bir deyişle resmi yapan izleyicidir. Bir sanatçının eseri artık teknik ustalığa değil, eserin taşıdığı çağrışım gücüne bağlıdır. Bu nedenle herhangi bir nesne, sanatçı karar verir ve “eserlerin sergilenmesinin amaçlandığı bir yer” olan müzede bu amaçla gösterirse bir eser haline gelebilir. İşi yapan da müzedir. Böylece sanat eseri üsluptan ve teknik bilgiden kaçar. Bakmayı bilmek koşuluyla, herhangi bir nesnede ve herhangi bir biçimde anlam, soru ve yeni bir duyum arama olanağına yaşamın bir parçası denir. 2004 yılında “Fontaine”, İngiliz sanatçılar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve müze küratörleri tarafından 20. yüzyılın en etkili eseri seçildi. İngiltere’de Turner Ödülü münasebetiyle gerçekleştirilen ankette “500 sanatçı ve alanın uzmanından oluşan bir panelin sorgulanarak modern sanatın kurucu eserlerinin ayrıştırılması” amaçlandı.“Richard Mutt’un bu çeşmeyi kendi elleriyle yapması önemli değil. Günlük hayatta kullandığımız sıradan bir eşyayı aldı ve öyle bir yerleştirdi ki kullanım anlamı yeni başlık ve yeni isim altında kayboldu.” Ready-Made (Hazır Yapım) Nedir? Ready-made (hazır yapım), Duchamp ile yeni anlamıyla hayat bulurken, sıradan veya gündelik nesneleri sanatsal bir mevkiye ulaştıran kavramın adıdır. Duchamp tarafından 1916 yılında ortaya atılan bu “yeni” kavramın akılları karıştırıp modern heykel sınırlarına dahil olduğu savunulmuştur. Bu terim, orijininden farklılaşan sosyal toplumların, sanatı diledikleri gibi yönlendirilebilir kılmalarına bir karşılık niteliğindedir. Geleneksel heykel anlayışından farklı olan bu konsept, bir takım felsefi yaklaşımları da öne sürerek, modernleşme safhasında sanılan, sıradan ve oyunlaşan sisteme karşı yönlendirilmiştir. Duchamp, cesaret öykülerine kendi imzasını da eklerken, yapıtının sıra dışılığı ve şaşırtıcılığıyla etkisini sürdürmeyi ve akıllarda dolaşan “Sanat nedir?” sorusuna tutulan acısız ışığın yönünü biraz daha geliştirmeyi başarmıştır. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ekim Kütüphanesi

Ekim Kütüphanesi Betül Tosun Ekim 15, 2024 Mor Mürekkep Nazan Bekiroğlu “Bilirsiniz, bir karşılaşmanın veya bir kitabın hayatınızı altüst edebilmesi için önceden hazır olmak gerekir.” Özet Birçok farklı hikayelerden oluşan Nazan Bekiroğlu’nun Mor Mürekkep kitabı okuyucuların hem iç dünyalarına hem de dış dünyalarına farklı pencerelerden bakış açısı sunar. Hayatın anlamını, varoluşunu, biz insanların aslında anlam bulamadığı objeleri, kavramları ve kelimeleri anlamdıran bir kitap. İnsanın duygusal, bedensel ve zihinsel dünyasını birleştirip farklı kutuplardan köprü kurup yürümemizi sağlayan bir eser. İnceleme Ne zaman Nazan hocanın kitabını okusam içimde ayrı bir lezzet oluşur. “Müzik ruhun gıdasıdır” derler hep. Ben de bu sözü alıp “Kelimeler ruhun gıdasıdır” demek istiyorum. Belki bir çoğumuz her gün yüzlerce kelime ile cümle kuruyoruz ama bu kurduklarımızın anlamının, nedeninin farkında bile değiliz. Küçükken bir tane kitabım vardı, benim ilk kitabımdı. O zamanlar küçük olduğum için okumayı bilmiyordum ve anneme her gün bana o kitabı okumasını isterdim. Bana “hiç sıkılmıyor musun?” diye sorduğunda ben sıkılmadığımı söylerdim. Mor Mürekkep de benim için aynı. Her yıl okusam sıkılmayacağım kitaplardan bir tanesi. Benim farkında olmadığım ama her zaman kendimle taşıdığım “ben” gözlüklerimi çıkarmama yardımcı oldu. Dünyayı “ben” algısı ile değil de bir kelebeğin, kelimenin, kalemin algısıyla bakabilmeyi öğretti. Aslında biz farkında olmasak bile okuduğumuz her şey bizim ya zihnimize ve ruhumuza ya da bedenimizin bir yerine kazınıp ara ara bizi ziyaret ediyor. Sanırım kendilerince bir şeyler hatırlatmak istiyorlar. “Şimdiye kadar bütün öğrendiklerim” dedi yazıcı, “Hayata dair, hiçbir şeyi anlamama yetmediler. Öyleyse onları unutmalıyım. Unutmalı ve yeniden başlamalıyım.” Dört Anlaşma Don Miguel Ruiz “Siz konuşabiliyorsunuz. Dünyada başka hangi hayvan konuşabiliyor? Söz, insan olarak sahip olduğunuz en güçlü araçtır; söz büyü aracıdır. Ama iki yanı keskin kılıç gibi, sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki her şeyi de yok edebilir.” Özet Hayatını, başkalarının fikir ve inançlarına göre değil de kendi gerçeklerine göre yaşayınca ancak mutlu olabilir insan. Çünkü insan olmadığı biri gibi davrandığında hep bir yanı eksiktir. İnsan varsayımlarla doludur ve kitaba göre insanların en büyük varsayımı, herkesin kendileri gibi düşündüğünü, hissettiğini, yargıladığını ve sömürdüğünü varsaymaktır. Varsayımın hiçbir zaman pozitif bir etkisi yoktur. Varsayım demişken, kitapta geçen bu hayatı en iyi şekilde yaşamak için kendimizle yapmamız gereken dört anlaşmaya geçelim: 1- Söz büyüdür. 2- Hiçbir şeyi kişisel alma. 3- Varsayımda bulunma. 4- Yapabildiğinin en iyisini yap. İnceleme Keşke kitapta geçen şeyler aklımdan hiç çıkmasa. Ama çıkacak, biliyorum. Maddelere detaylı girmeyeceğim. Maddeleri (özellikle de ilk maddeyi) merak ediyorsanız hemen kitabı bulup okumanızı öneririm. Bu kitabı sanki 1-2 ayda bir tekrar tekrar okumalıymışım gibi hissediyorum. Çünkü insan unutur ve hatırlamaya ihtiyacı olur. Her okuduğunda da konuya farklı bir bakış açısından bakabilir. Bu dört maddeyi birazdan panoma asmayı düşünüyorum çünkü gerçekten her gün bakıp hayatıma geçirmeye çalışıp onları özümsemek istiyorum. “İnsanların size doğruyu söyleyeceklerini beklemeyin çünkü onlar kendilerine de yalan söylüyor.” Frankenstein Mary Shelley “Benim içimde, ancak zor hayal edebileceğiniz türden bir sevgi ve inanmayacağınız türden bir öfke bulunuyor. Eğer birini tatmin edemezsem, diğerine boyun eğerim.” Özet Frankenstein, zeki ancak takıntılı bir bilim insanı olan Victor Frankenstein’ı takip eder; o, yaşamın sırlarını keşfetmek için acımasız bir arayışa sürüklenir. Heyecanının doruğundayken bir varlık yaratmayı başarır, ancak kısa süre içinde insanlığın sınırlarını aştığının farkına varır. Bu hikaye, Frankenstein’ın insanlar gibi dünyayı merakla keşfeden ve sevgi arzusu taşıyan bir varlık yaratmasını ve sonrasında onu canavarlaştırmasını anlatır. Bu canavarın perspektifinden, insanların değerini yitirdiği değerleri yeniden keşfederiz. İnceleme Yeni bir şehir veya ülkeye taşındığınızda her şey ne kadar büyük gelir, değil mi? Ama zamanla, sokakların nereye döndüğünü, hangi köşede sevdiğin ekmekçinin olduğunu, otobüs durağının hangi parkın ilerisinde olduğunu öğrendikçe o büyük karmaşık dünya küçülür, cebine sığar. Peki tüm dünyayı aynı şekilde elimize alabilsek, her şeyi görebilsek, neler yapabileceğimize şahit olsak, o zaman insanın kim olduğunu anlar mıyız? Aslında Frankenstein’in canavarı anlamıştı, fakat insan derisi giymediği için tüm olabileceklerinden mahrum kalmıştı. Duygularını kelimelere aktaramayan, koşmak isteyen ama bir adım atamayan bir çocuk gibi: öfkeli, yalnız ve aciz. Peki ya insan? Derisini giyen, diliyle konuşabilen, uzuvlarıyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebilen insan, insanın kim olduğunu anlar mı? Şu ana kadar anlamadıysak, gelin de bu canavardan öğrenelim. “Benden öğrenin, belki benim öğretilerimle değil, ama kesinlikle benim örneğimle, bilgi edinmenin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve kendi doğasından daha büyük olma arayışında olan adamdan ziyade kasabasını tüm dünya olarak kabul eden insanın ne kadar daha mutlu olduğunu.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto)

Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto) Polat Ekim 15, 2024 Genel Tanıtım Türkçe’ye “Hayata Röveşata Çeken Adam” olarak çevrilen “A Man Called Otto” filmi, 2015 tarihli İsveç yapımı, “A Man Called Ove” filminin tekrar yapımıdır. Önce sinemalara giriş yapıp daha sonra Netflix’te çokça beğeni toplamıştır. 2022 yapımı komedi-drama filminin yönetmen koltuğunda Quantum of Solace, World War Z gibi filmlerin yönetmenliğini ve yapımcılığını yapmış olan Marc Forster bulunmaktadır. Başrolünde de huysuz ihtiyar Otto rolünde izlediğimiz Oscar ödüllü oyuncu Tom Hanks yer almaktadır. Filmin İMDb puanlaması, yaklaşık 137 bin oyla 7.5 tir. Etkileyici bir hikayeye sahip olan bu film, üç farklı Oscar ödülüne aday gösterilmiştir. Eleştirmenlerden genel olarak olumlu eleştiriler almış ve 50 milyon dolarlık bir bütçeyle dünya çapında 113,1 milyon dolar hasılat elde etmiştir. Eğer hala izlemediyseniz, filmin başarıları ve başrolü bir şans vermeniz için zannımca yeterli. Prodüksiyon 2017’nin Eylül ayında, Tom Hanks’ın, “A Man Called Ove” filminin İngilizce uyarlamasında başrol oynayacağı ve aynı zamanda Playtone ortağı Gary Goetzman, eşi Rita Wilson ve SF Studios’un, Fredrik Wikström Nicastro ile birlikte yapımını üstleneceği açıklandı. 2022’nin Ocak ayında filmin yönetmeninin Marc Forster olacağı ve senaryosunu David Magee’nin yazacağı onaylandı. 10 Şubat 2022’de Sony Pictures’ın, Avrupa Film Piyasası’nda film haklarını yaklaşık 60 milyon dolara ön alım yaptığı duyuruldu. Çekimler 2022’nin şubat ayında Pennsylvania’nın Pittsburgh şehrinde başladı ve mayıs ayında sona erdi. Müzik Filmin müzikleri Thomas Newman tarafından bestelendi. Filmin müzik albümü 30 Aralık 2022’de Decca Records tarafından yayınlandı. Albümde ayrıca Rita Wilson ve Sebastian Yatra’nın 2 Aralık 2022’de yayınlanan Oscar adayı “Till You’re Home” parçası da yer alıyor. Filmin müziği, En İyi Orijinal Şarkı dalında aday gösterildi. Bu filmi neden izlemeliyiz? Sizi sarsan bir olay yüzünden hayatınız bitmiş gibi hissettiniz mi hiç? Aslında kaba olmak istemediğiniz, ama tavırlarınızı kontrol edemeyip herkese karşı somurttuğunuz? Sonra karşınıza birisi çıkar bir gün. Tolstoy’un da dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Bu hikayede de ikinci durum mevcut. Kendi hayatını sonlandırmak üzereyken, bir anda karşısındaki eve cıvıl cıvıl bir ailenin taşınmasıyla değişen büyük kalpli Otto’nun hikayesi. Filmi izlerken o kadar gülüyorsunuz ki, arada bir durup, “Bir saniye, bu üzücü bir film, sanırım biraz üzülmem lazım” diyorsunuz kendi kendinize. Dikkatli bakarsanız Otto aslında kaba değil, sadece kibar davranmıyor. Çünkü çok yalnız hissediyor, insanların kendini umursamadıklarını düşünüyor. (Bu ayın kütüphanesine giderseniz, Dört Anlaşma kitabında varsayımlarla ilgili bir bölüm bulabilirsiniz 🙂 ) Filmi izlerken annem: “İç iki tane hap işte, her şeyi deniyor” dedi gülerek. Ama konu adamın hayatını sonlandırması değil zaten. Çünkü asıl yapmak istediği şey o değil. Herkes gibi, Otto da sevmek ve sevilmek istiyor. Bu hayat yalnız çekilmez. Otto, karısından bahsederken, “Ondan önce hiçbir şey yoktu, ondan sonra da hiçbir şey yok” dediğinde Marisol, “ben varım” şeklinde karşılık verirken aslında “ben buradayım, seni önemsiyorum ve senin için endişeleniyorum” demek istemişti. Ama o zamanlar Otto, hayatta istediği şeyin yalnız olmamak olduğunu anlamamıştı. Taa ki, Marisol, ona “İnsanlar aptal olduğu için hiçbir şey beceremeyeceklerini düşünüyorsun, bu yüzden her şeyi senin yapman lazım değil mi? Ama biliyor musun? Her şeyi tek başına yapamazsın. Kimse yapamaz. Biri senin gününü güzelleştirmeye çalışıyorsa ona izin vermen lazım, bu kişi aptal biri bile olsa” demişti. İnsan, fıtrat olarak her şeyi kendisinin en iyi yaptığını düşünmeye meyillidir. Ama bunun yüzünden her şeyi kendi yapmaya kalkarsa, hem her şeyin altında ezilir hem de yapayalnız kalır. Çünkü benlik ve enaniyet, insanları uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ama çocuklar anlar. Marisol’un küçük kızı, çizdiği resimlerde sadece Otto’yu renkli boyamıştı, ama resimlerde adamın suratı asıktı. Bu da, Otto’nun aslında mutlu olma potansiyeline sahip olduğunu, ama etrafındaki güzellikleri fark etmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. “Her zaman yapacağımız şeyler için yeterince vaktimiz olduğunu düşünürüz. Oysa zamanın da söyleyecekleri vardır. Bazen bir şeyler olur ve arkasından “keşke” ile başlayan cümleler kurarız.” İnsanlar Ove’nin dünyayı siyah beyaz gördüğünü düşünürdü. Oysa karısı renkli biriydi. Ove’nin gördüğü bütün renkler ondaydı… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan