İstanbul Hatırası
Ahmet Ümit
Polisiye Roman, Tarih
“Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek!”
İstanbul’un tarihini öğretirken aynı zamanda peş peşe olan yedi cinayetin çözümünü ele alan bir Başkomiser Nevzat kitabı. İstanbul’un çeşit çeşit insanını bir araya getirerek zengin bir hikaye ortaya çıkaran bu roman, Atatürk heykelinin altında, elinde eski bir madeni para bulunan bir cesedin ortaya çıkmasıyla başlar. İstanbul tarihinde önemli yerlere sahip olan kral veya hükümdarların en önemli eserlerinin yakınlarına bırakılan her bir cesedin elleri, bir sonraki cesedin yerini gösteren bir ok şeklinde bağlanmıştır ve avuçlarında o kral veya hükümdara ait bir sikke bulunur.
İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in ilk okuduğum ve en çok sevdiğim kitabıydı. Tabii ki sonunu söylemeyeceğim; ama gerçekten herkesten şüphelenmiştim, sadece bu sonu düşünmemiştim.
Bu sene Batı Medeniyetleri Tarihi dersi aldım ve profesörümün öğrettiği her şey çok tanıdık geliyordu. Önce neden olduğunu anlamadım ama sonra kitabı hatırladım. Tarih dersinde öğrendiğimiz her şey aklımızda kalmaz, çünkü hocalar çoğu zaman konuların üzerinde gerektiği kadar durmazlar. Ama tarihi böyle kitaplardan, eğlenceli ve gizemli bir şekilde öğrendiğimiz zaman daha çok aklımızda kalır. Bu kitap da öyleydi. Çok uzun zamandır görmediğim, özlediğim, doğduğum şehirde böyle bir gezintiye çıkmak çok özel ve güzeldi.
“Çünkü bizim düşmanımız kötü insanlar değildir, kötülüktür. Bizim düşmanımız zulmeden insanlar değildir, zulümdür. Ve zulümden beslenen bir inanç bize uzaktır, terstir, haramdır.”
Rüzgarlı Pazar
Mustafa Kutlu
Öykü/Hikaye
“İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum.
Hazirana yakın, Mayıs’ın bilmem kaçı.
İğde nerede?
Otoların geçtiği köprü ile, yayaların yürüdüğü üst geçit arasında.
Orayı ağaçlandırmışlar. Çitlembik, mazı, erguvan, akasya, hatmi ve tanımadığım bir sürü ağaç.
Yahu gözünü sevdiğimin iğdesi, sen oraya nasıl geldin? Bir kuşun gagasında mı; yoksa bir yandan yürüyüp öte yandan iğde yiyen, çekirdeklerini sağa sola atan, elleri cebinde, başı havalarda bir bozkır çocuğunun eseri misin?”
İstanbul’da bir üst geçitte, birbirinden renkli hayatlara sahip seyyar satıcıların hikayesini anlatır Rüzgarlı Pazar. Babası Recep Efendi’nin rahatsızlıklarından bir tezgahta balonculuk yapan on-onbir yaşlarındaki Duran’dan tutun, gizli gizli kumara para yatırdı diye kocasını da, kocasının peşine düşen kumarbazları da döven eli maşalı ağzı bozuk Çiçekçi Cemile’ye; henüz hacca gidemese de kıyafetlerinden dolayı herkesin “Hacı” diye seslendiği adamotu satan adamdan, modaya uygun ucuz şapkalar satan Şapkacı Bacı’ya kadar Anadolu’nun her yerinden her çeşit insan vardır bu üst geçitte. Burada bir de Duran’ın yardım ettiği, gözleri görmeyen Nimet vardır. Şapkacı Bacı, bu genç kızın üst geçitte bir tezgah açmasına yardım etmiştir ve ona sahip çıkmaktadır. Herkesten bahsetmişken, çok büyük hayırlara vesile olacak Doktor’dan bahsetmezsek olmaz. Bu evsiz adam, işsizdir, dilenci değildir ama ne hikmetse çok parası var gibidir.
Rüzgarlı Pazar, cepleri boş ama yürekleri dolu insanların hikayelerini anlatır. İçinde hüznü de, mutluluğu da, ölümü de, düğünü de barındıran bu kitap, elinizde çayınız veya kahvenizle güneşli bir günde huzurlu bir zaman geçirmek için ideal. Kaç sene oldu okuyalı ama ben de içimden “Tekrar mı okusam?” diye geçirmedim değil… Mustafa Kutlu’nun ilk okuduğum kitaplarından biriydi ve o kadar çok hoşuma gitmişti ki, gidip 5-10 tane daha kitabını almıştım. İlerde o kitaplardan bazılarını da kütüphanemizde görebilirsiniz.
“Söz bitiyor bazen.
Sözün gücü, derde derman olmaya yetmiyor demek.”
Yetim Koleksiyoncusu (The Orphan Collector)
Ellen Marie Wiseman
Tarihi Roman
“Pencereyi kapatıp huzur veren kokuları içeride, şehirde olup biten her şeyi de dışarıda bırakmak istiyordu.”
İspanyol gribi, 1918-1919 yılları arasında dünyanın üçte birini öldüren ölümcül bir salgındı. Pia, 13 yaşında bir çocuk olmasına rağmen bu korkunç cehennemin ortasında savaş, influenza, ırkçılık ve yalnızlıkla boğuşurken aslında küçük bedenine kıyasla ne kadar cesaretli ve güçlü olduğunu kanıtlıyor bize. İnsan defalarca düşmesine rağmen yine de ayağa kalkabilir mi? Eğer bir amaç için yaşıyorsa, evet kalkabilir, kalkmalı. Ailesiyle birlikte Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş ve bütün ailesini birbirinden korkunç bir şekilde kaybetmiş olan romanımızın kahramanı, diğer insanlarda olmayan bir özelliğe sahip. Öbür yandan oğlunu influenzaya kaybetmiş komşusu Bernice, Pia evde değilken, evlerini karıştırarak hikayenin seyrini tamamen değiştirecek işlere kalkışmaktadır. Ama Bernice’ın anlamadığı şey şu ki; acı, ırk veya din ayırt etmez.
O kadar optimistik bir insanım ki, kitabın başlığını ilk gördüğüm zaman ana karakterin yetimleri korumak için topladığını sanmıştım. Sinirlerim bozulmuştu, yetimleri çalan bir kadının hikayesini okumayı beklemiyordum. Ne zaman ne olacağı belli olmayan, okurken diken üstünde tutan bir kitaptı. Tarihi romanlar çok hoşuma gider çünkü kurgu bile olsa bir olayla ilgili bir hikaye duyduğunuz veya okuduğunuz zaman, o olayı hatırlama ihtimaliniz artar. Şunu da eklemek istiyorum: kitap güzel bitti çok şükür. Güzel bitmesini o kadar bekledikten sonra eğer kötü bitseydi, sinir krizi geçirip kitabı camdan fırlatabilirdim ama yine de tavsiye ederdim.
“Sarılmak, hiçbir şeye mal olmayan küçücük bir iyilikti…”