Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto)

Hayata Röveşata Çeken Adam (A Man Called Otto) Polat Ekim 15, 2024 Genel Tanıtım Türkçe’ye “Hayata Röveşata Çeken Adam” olarak çevrilen “A Man Called Otto” filmi, 2015 tarihli İsveç yapımı, “A Man Called Ove” filminin tekrar yapımıdır. Önce sinemalara giriş yapıp daha sonra Netflix’te çokça beğeni toplamıştır. 2022 yapımı komedi-drama filminin yönetmen koltuğunda Quantum of Solace, World War Z gibi filmlerin yönetmenliğini ve yapımcılığını yapmış olan Marc Forster bulunmaktadır. Başrolünde de huysuz ihtiyar Otto rolünde izlediğimiz Oscar ödüllü oyuncu Tom Hanks yer almaktadır. Filmin İMDb puanlaması, yaklaşık 137 bin oyla 7.5 tir. Etkileyici bir hikayeye sahip olan bu film, üç farklı Oscar ödülüne aday gösterilmiştir. Eleştirmenlerden genel olarak olumlu eleştiriler almış ve 50 milyon dolarlık bir bütçeyle dünya çapında 113,1 milyon dolar hasılat elde etmiştir. Eğer hala izlemediyseniz, filmin başarıları ve başrolü bir şans vermeniz için zannımca yeterli. Prodüksiyon 2017’nin Eylül ayında, Tom Hanks’ın, “A Man Called Ove” filminin İngilizce uyarlamasında başrol oynayacağı ve aynı zamanda Playtone ortağı Gary Goetzman, eşi Rita Wilson ve SF Studios’un, Fredrik Wikström Nicastro ile birlikte yapımını üstleneceği açıklandı. 2022’nin Ocak ayında filmin yönetmeninin Marc Forster olacağı ve senaryosunu David Magee’nin yazacağı onaylandı. 10 Şubat 2022’de Sony Pictures’ın, Avrupa Film Piyasası’nda film haklarını yaklaşık 60 milyon dolara ön alım yaptığı duyuruldu. Çekimler 2022’nin şubat ayında Pennsylvania’nın Pittsburgh şehrinde başladı ve mayıs ayında sona erdi. Müzik Filmin müzikleri Thomas Newman tarafından bestelendi. Filmin müzik albümü 30 Aralık 2022’de Decca Records tarafından yayınlandı. Albümde ayrıca Rita Wilson ve Sebastian Yatra’nın 2 Aralık 2022’de yayınlanan Oscar adayı “Till You’re Home” parçası da yer alıyor. Filmin müziği, En İyi Orijinal Şarkı dalında aday gösterildi. Bu filmi neden izlemeliyiz? Sizi sarsan bir olay yüzünden hayatınız bitmiş gibi hissettiniz mi hiç? Aslında kaba olmak istemediğiniz, ama tavırlarınızı kontrol edemeyip herkese karşı somurttuğunuz? Sonra karşınıza birisi çıkar bir gün. Tolstoy’un da dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Bu hikayede de ikinci durum mevcut. Kendi hayatını sonlandırmak üzereyken, bir anda karşısındaki eve cıvıl cıvıl bir ailenin taşınmasıyla değişen büyük kalpli Otto’nun hikayesi. Filmi izlerken o kadar gülüyorsunuz ki, arada bir durup, “Bir saniye, bu üzücü bir film, sanırım biraz üzülmem lazım” diyorsunuz kendi kendinize. Dikkatli bakarsanız Otto aslında kaba değil, sadece kibar davranmıyor. Çünkü çok yalnız hissediyor, insanların kendini umursamadıklarını düşünüyor. (Bu ayın kütüphanesine giderseniz, Dört Anlaşma kitabında varsayımlarla ilgili bir bölüm bulabilirsiniz 🙂 ) Filmi izlerken annem: “İç iki tane hap işte, her şeyi deniyor” dedi gülerek. Ama konu adamın hayatını sonlandırması değil zaten. Çünkü asıl yapmak istediği şey o değil. Herkes gibi, Otto da sevmek ve sevilmek istiyor. Bu hayat yalnız çekilmez. Otto, karısından bahsederken, “Ondan önce hiçbir şey yoktu, ondan sonra da hiçbir şey yok” dediğinde Marisol, “ben varım” şeklinde karşılık verirken aslında “ben buradayım, seni önemsiyorum ve senin için endişeleniyorum” demek istemişti. Ama o zamanlar Otto, hayatta istediği şeyin yalnız olmamak olduğunu anlamamıştı. Taa ki, Marisol, ona “İnsanlar aptal olduğu için hiçbir şey beceremeyeceklerini düşünüyorsun, bu yüzden her şeyi senin yapman lazım değil mi? Ama biliyor musun? Her şeyi tek başına yapamazsın. Kimse yapamaz. Biri senin gününü güzelleştirmeye çalışıyorsa ona izin vermen lazım, bu kişi aptal biri bile olsa” demişti. İnsan, fıtrat olarak her şeyi kendisinin en iyi yaptığını düşünmeye meyillidir. Ama bunun yüzünden her şeyi kendi yapmaya kalkarsa, hem her şeyin altında ezilir hem de yapayalnız kalır. Çünkü benlik ve enaniyet, insanları uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Ama çocuklar anlar. Marisol’un küçük kızı, çizdiği resimlerde sadece Otto’yu renkli boyamıştı, ama resimlerde adamın suratı asıktı. Bu da, Otto’nun aslında mutlu olma potansiyeline sahip olduğunu, ama etrafındaki güzellikleri fark etmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. “Her zaman yapacağımız şeyler için yeterince vaktimiz olduğunu düşünürüz. Oysa zamanın da söyleyecekleri vardır. Bazen bir şeyler olur ve arkasından “keşke” ile başlayan cümleler kurarız.” İnsanlar Ove’nin dünyayı siyah beyaz gördüğünü düşünürdü. Oysa karısı renkli biriydi. Ove’nin gördüğü bütün renkler ondaydı… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ters Yüz (Inside Out)

Ters Yüz (Inside Out) Polat Eylül 15, 2024 Genel Tanıtım Ters Yüz (Inside Out), 2015 yılında izleyiciyle buluşan, Pixar’ın duygu yüklü ve zihin açıcı bir animasyon başyapıtı. Pete Docter’ın yönetmenliğini üstlendiği film, Meg LeFauve ve Josh Cooley’nin katkılarıyla kaleme alınmış ve izleyicileri genç bir kız olan Riley’nin zihninde unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Film, Riley’nin zihninde yaşayan ve hayatını şekillendiren beş temel duygu: Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti üzerine yoğunlaşıyor. Bu duygular, Riley’nin hayatındaki değişimlerle başa çıkmasına yardımcı olmaya çalışırken, insan ruhunun derinliklerinde geçen bir macera sunuyor. Film, 18 Mayıs 2015’te Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaparak sinema dünyasında büyük ses getirdi. Ardından, 19 Haziran 2015’te ABD’de sinema salonlarında gösterime giren Ters Yüz, dünya çapında 850 milyon doları aşan gişe hasılatıyla ticari bir başarıya imza atarken, eleştirmenler tarafından da çokça beğeni aldı. Hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden yapısıyla farklı yaş gruplarını etkileyen film, En İyi Animasyon Film dalında Oscar kazanarak başarısını taçlandırdı. Ters Yüz, sadece bir animasyon değil, aynı zamanda içsel dünyalarımızı keşfetmemiz için bizlere açılan derin ve büyüleyici bir kapı. Ters Yüz: Zihnin Derinliklerinde Bir Sanat Yolculuğu Ters Yüz (Inside Out), yalnızca bir animasyon filmi değil, duygusal ve zihinsel dünyaların iç içe geçtiği ustalıkla örülmüş bir eser. Pixar’ın yaratıcı dahisi Pete Docter, Ters Yüz’de sadece çocuklara yönelik bir hikaye sunmakla kalmıyor; aynı zamanda izleyiciyi, insan zihninin ve ruhunun en karmaşık yönlerini anlamaya teşvik eden felsefi bir yolculuğa çıkarıyor. Film, Riley’nin ergenlik sürecindeki duygusal dönüşümlerini merkez alırken, aynı zamanda insanın kendini bulma çabasına dair evrensel bir hikaye sunuyor. Filmin beş ana duygusu: Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti, birer karakter olarak zihin sahnesinde boy gösteriyor. Ancak bu, yalnızca çocuklara yönelik bir basitlik değil; aksine, insanın duygusal karmaşıklığını sembolik bir dil aracılığıyla sunma girişimi. Pixar, bu karakterlerle, insan psikolojisinin nasıl işlediğine dair derinlemesine bir analiz yapıyor. Özellikle Neşe ve Üzüntü arasındaki dinamik, duygusal dengenin ve insanın hem mutlu hem de acı verici anları içselleştirme ihtiyacının bir metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Neşe’nin, filmin başından sonuna kadar Üzüntü’yü dışlamaya çalışması, modern insanın mutsuzluğu reddetme eğilimine dair çarpıcı bir eleştiri sunuyor. Docter, filmin görsel estetiğiyle de bu karmaşıklığı vurguluyor. Zihin dünyasının soyut tasviri, izleyiciyi yalnızca Riley’nin hikayesinin bir parçası olmaktan çıkarıp, zihinsel süreçlerin işleyişini gözlemleyen bir filozof konumuna yükseltiyor. Farklı anıların renkli küreler olarak tasviri, bilinç ve bilinçaltı arasında nasıl geçişler olduğunu anlatırken, aynı zamanda unutmanın doğasını da dokunaklı bir biçimde işliyor. Özellikle “bilinç çöplüğü” sahnesi, anıların nasıl kaybolup gittiğini ve sadece en önemli olanların hafızada kaldığını etkileyici bir sembolizmle sunuyor. Ters Yüz, aynı zamanda toplumsal ve bireysel beklentiler üzerine de derinlemesine bir düşünme fırsatı sunuyor. Günümüz toplumlarında bireylerin sürekli mutlu ve pozitif olması gerektiği yönündeki baskı, filmde Neşe’nin baskın karakter olarak resmedilmesiyle eleştiriliyor. Ancak Riley’nin büyüme ve gelişme sürecinde gerçek duygusal olgunluğa ulaşmasının yolu, Neşe’nin Üzüntü ile uzlaşmasıyla gerçekleşiyor. Bu, duygusal farkındalığın ve sağlıklı bir ruh hali dengesinin, sadece pozitif duygularla değil, tüm duygularla barış içinde yaşanarak sağlanabileceğini vurgulayan önemli bir mesaj. Seslendirme performansları, filmin bir diğer güçlü yönü. Amy Poehler, Neşe karakterine verdiği canlılık ve enerji ile Neşe’yi yalnızca bir mutluluk temsilcisi değil, aynı zamanda baskıcı bir mükemmeliyetçi olarak sunuyor. Phyllis Smith’in Üzüntü karakterine kattığı melankolik zarafet ise filmin en dokunaklı anlarını yaratan unsurlardan biri. Her iki karakter de, animasyonun sınırlarını aşarak izleyiciye gerçek anlamda hissedilen, derinlemesine tasvir edilmiş karakterler sunuyor. Sonuç olarak, Ters Yüz, sadece bir animasyon değil, insan psikolojisinin derinliklerine açılan bir kapı. Docter, basit bir hikaye anlatımı yerine izleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkarıyor, duyguların yalnızca hayatı yönetmediğini, aynı zamanda yaşamın kendisi olduğunu gösteriyor. Bu film, yalnızca çocuklar için bir eğlence değil; yetişkinlere de insan olmanın karmaşıklığını anlamaları için sunulan bir davet. Pixar’ın en başarılı işlerinden biri olan Ters Yüz, bir çocuğun zihinsel gelişim sürecini anlatsa da, her yaştan izleyiciye hitap eden evrensel bir derinlik taşıyor. “Ama o zaman anlamıştım ki, Üzüntü de bazen önemli olabilir. Riley’nin kötü anlarını kabullenmesine yardımcı oluyor.” “Neşe her zaman mutlu edemez. Bazen insanlar sadece dinlenmek ister.” “Bazen birileri üzgün olduğunda, onların yanında olup sadece üzgün olmak gerekir.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hacksaw Ridge

Hacksaw Ridge Samiye Has Ağustos 15, 2024 Genel Tanıtım 2016 yapımı bu film Mel Gibson tarafından yönetilmiş, Andrew Knight ve Robert Schenkkan tarafından da yazılmıştır. Filmi izleyenler için inanması oldukça zor olsada filmin hikayesi gerçektir. 2004 yılında yayınlanan “The Conscientious Objector” adlı belgesel üzerine yapılmış bu film, İkinci Dünya Savaşında silah kullanmadan cephede savaşan “Desmond Doss” adlı bir askerin hikayesini anlatıyor. Filmin çıkması aslında 15 yıldan fazla sürdü desek yanlış olmaz. Hikayenin sahibi, kahraman Desmond’u ikna etmek, bir senaryo hazırlamak ve yeterli desteği elde etmek oldukça uzun sürmüş. Nihayetinde 2016 yılında yayınlanabilen film, 89. Akademi Ödüllerinde 6 Oscara aday gösterildi ve İki Oscar ödülüne layık görüldü. Dünya çapında yaklaşık 200 milyon dolar kazanç sağladı ve şu anda 8.1 IMDb puanına sahip. Prodüksiyon Mel Gibson’ın “Hacksaw Ridge” filmi, sadece Mel Gibson’ın geri dönüşü değil, aynı zamanda gerçek bir kahramanın hikayesini anlatan iddialı bir savaş filmi. Desmond Doss’un, Medal of Honor ödülünü kazanan ve vicdani retçi olarak savaşa katılan tek kişi olarak tarihe geçen öyküsü, izleyicilere unutulmaz bir deneyim sunuyor. Ancak bu film sadece Mel Gibson’ın eseri değil, yapımda emeği geçen koca bir prodüksiyon ekibi var ve onlar da birçok zorlukla karşı karşıya geldi. İşte “Hacksaw Ridge” filmi prodüksiyon aşamasından ilginç bilgiler: İlham kaynakları: Mel Gibson, filmi tasarlarken savaşın çirkin gerçekliğini yakalamak istemiş. Barry Robison, film yapımcı tasarımcısı ve Gibson diğer savaş filmlerinden ilham alarak çalışmalara başlamışlar. Kubrick’in “Paths of Glory,” Spielberg’ün “Saving Private Ryan,” ve Kurosawa’nın “Ran” gibi eserler üzerine konuşmuşlar. Kurosawa’nın sanatsal yaklaşımı Gibson’i çok etkilemiş. Çünkü Kurosawa, renk kullanımıyla filme duygusal derinlik eklemişti. Gibson da bunu yapmak istemiş: filmin savaş sahneleri, sadece görsel şölen değil, aynı zamanda duygusal bir destek sunmalıydı. Modelleme: Gibson’ın özel isteği üzerine filmin çekimleri için, ekip modellemeleri tamamen dijital platformdan uzak bir şekilde yapmış. Bir inç ölçekli model, savaş alanının üç boyutlu bir versiyonunu oluşturmak için hazırlandı. Kil ve diğer geleneksel malzemelerle model yapım ekibi, savaş alanını detaylı bir şekilde şekillendirdi. Bu model, yönetmen Mel Gibson ve diğer ekibin, kamera açılarını ve sahneleri planlamalarına bir dijital modellemenin sunamayacağı avantajlar sağladı ve kurgu bu şekilde planlandı. Prodüksiyonun en zorlu kısmı: Set dizayn ekibi, filmin savaş alanının oluşturulması sırasında büyük bir zorlukla karşı karşıya geldi. Ellerinde eğimli bir araziye sahip bir süt çiftliği vardı. Ancak filmin gereksinimleri doğrultusunda 9 metre derinliğinde ve 20 metre genişliğinde bir çukur kazmak gerekiyordu. İşte burada, çekimlerin yanı sıra izinler, drenaj, çakıl yerleştirme ve izinler alma gibi bürokratik süreçlerle başa çıkmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak, film için savaş alanını inşa etmek oldukça büyük bir başarıydı ve tamamlanması için birçok güçlüğün aşılması gerekti. Neden Bu Filmi İzlemeliyiz? “Korkma…” Savaşlar insanlığa da bir tehdittir aynı zamanda. Savaş anında birbiriyle göz göze gelen iki korkmuş düşman askeri, başka bir zamanda başka bir yerde karşılaşsalar belki de kaldırımda birbirlerinin yanından geçerken gülümseyeceklerdi… Ama kaderde birbirlerine karşı savaşta, bir sığınakta saklanırken karşılaşıp, birinin diğerinin yarasını sarmak varmış. İnsanlık böyle küçük hareketlerle kurtarılıyor işte. “Diğerleri can alırken ben can kurtaracağım. Dünya kendini yok etmeye bu kadar kararlıyken bir taraflarını iyileştirmeyi istemek o kadar da kötü gelmiyor bana.” Bir tarafta bayrağın, bir tarafta inancın. İnancından dolayı değer verdiğin bayrağını savunmana, insanlar inancından dolayı engel olsalar nasıl bir çıkmazın içine düşerdin? “Lütfen geri ver, Smitty” Ana karakterleri çekemeyen bir yan karakter hep vardır. Desmond sabahki antrenmanda Smitty’yi yendiğinde, tavır ve hareketlerinden Smitty’nin bunu kendine yediremediği çok açıktı. Amerikan anayasasının ilk maddesi, konuşma ve din özgürlüğünü sağladığı için filmde görüldüğü üzre savaş gibi beklenmedik ve olağandışı durumlarda bile bu haklar göz ardı edilemiyor. Ama bu haklara rağmen Smitty, silah kullanmayı reddeden birisi tarafından yenilmeyi kendine yediremediği için Desmond’u tahrik edip kışkırtmaya çalışmaya devam ediyor. İnancından dolayı silah kullanmayı reddeden Desmond, bu kışkırtmalara rağmen sakinliğini koruyor ve Smitty karşılık alamayınca bir süre sonra pes edip onu rahat bırakıyor. Günlük hayatımızda da böyle senaryolarla karşılaştığımız zamanlar çok oluyor ve her ne kadar içgüdülerimiz karşılık vermemizi söylese de sakinliğimizi korumanın her zaman için en iyi çözüm olduğu aşikar. “Buradaki askerlerin bir çoğu senin gibi inançlı değil. Ama senin ne kadar çok inançlı olduğuna inançları tam.” Herkesin küçük gördüğü inancı sayesinde istikrarını koruyup onlarca kişinin canını kurtarması o savaş anında mucize gibi bir şeydi. Buna tanık olan diğer askerler de o umudun kolayca kaybedilebildiği o cephelerde, tutunacak bir dal aradıkları için var güçleriyle buna sarıldılar. “Hiçbir şey olmasa bile bana verdiği o gülümseme aldığım en büyük mükafattı.” Esas gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olsa da bir insanın acısını hafifletebilmek, o savaş ortamında onun da içindeki sıkıntıyı azaltmıştı. Zaten hayat bir gürültü patırtının arasında bulduğumuz küçük mutluluklar ve gülümsemelerle güzelleşmiyor mu? “Lütfen birini daha almama yardım et.” İnsan bir kere Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırıp yaşatmak için yaşamaya başladığı zaman durmak bilmiyor. Bir kişiyle yetinemiyor. Birinin daha kalbine dokunmak, birinin daha yaralarını sarmak istiyor. Hem mecazi hem gerçek anlamda. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Whiplash

Whiplash Polat Temmuz 15, 2024 Genel Tanıtım 2014 yapımı bu muhteşem eser, Damien Chazelle tarafından yazılıp yönetilmiştir. Kendisi aynı zamanda “La La Land” filminin yönetmenliğini de yapmıştır. Chazelle, filmi Princeton Lisesi stüdyo grubunda yaşadığı anılarından esinlenerek yazmıştır. Filmin bolca drama ve gerilim ile ilgi çeken hikayesinin yanı sıra, muhteşem performanslarıyla gözleri ekrana kilitleyen iki oyuncusundan bahsetmeden geçemeyiz. Ana karakteri canlandıran Miles Teller ve öğretmen rolünü üstlenen J.K. Simmons, bu filmde tartışmasız çok kaliteli bir dram performansı sergilemişlerdir. Öyle ki, J.K Simmons, Whiplash filminde rol aldıktan sonra Oscar En İyi Yardımcı Oyuncu ödülünü kazanmıştır. Film, izleyiciler tarafından büyük önem taşıyan IMDb puanlamasında da 8.5 puan almıştır. Müzik Whiplash’ in film müzigi, Varèse Sarabande’nin Whiplash adlı albümünden geliyor. 7 Ekim 2014’te yayinlanan album, üç bölüme ayrılmış orijinal caz parçaları, arka plan kısımları ve klasik caz standartlarından oluşan 24 parça içeriyor. Stan Getz ve Duke Ellington gibi bir çok sanatçı albümde yer alıyor. İlginç bir detay ise, Miles Teller’in baş karakteri Andrew’un davul çalma sahnelerine kendisinin hayat vermesi! Prodüksiyon Peki, nasıl oldu da bu film yapıldı? Sonuçta Hollywood, gerilim yüklü, orkestra odasını savaş alanı olarak kullanan caz filmlerini desteklemesiyle tanınmıyor. Damien Chazelle‘in senaryosu da tam altı ay boyunca çeşitli yapımcılar arasında dolaştı. Taa ki, “Juno” filminin yönetmeni Jason Reitman’ın ilgisini çekene kadar. Ancak bu noktada sorunlar bitmedi. Uzun metrajlı bir filmi finanse etmek ciddi bir destek gerektiriyordu. Daha önce adı duyulmamış genç bir yönetmen olan Chazelle ve ilginç senaryosu için bu zor bir görevdi. Jason Reitman, finansörlerle “bir ucundan tattırmayı” teklif ederek bu finansal soruna çözüm bulmaya çalıştı ve 2013 Sundance Film Festivali’nde 18 dakikalık bir kısa film olarak Whiplash yayınlandı. Festivalden sonra Bold Films adlı şirket, filme 3.3 milyon dolarlık bir bütçe sağladı ve çekimlere başlandı. Jason Reitman ile uzun süredir çalışan J.K. Simmons, kısa filmdeki rolüne devam etmeyi kabul etti; ancak Damien Chazelle, Andrew rolünü Miles Teller‘a teklif etti. Zaten kısa filmde de Teller’ın oynamasını istemişti, ancak o zamanlar Uyumsuz serisiyle meşgul olan Teller, kadroya dahil olamamıştı. Filmin yapım süreci de bir hayli ilginç. Prodüksiyon en erken 2014 Sundance’den iki ay önce başlayabildi ve festivalin önemi nedeniyle Chazelle, filmi festivale kadar bitirmek istiyordu. 19 günlük çekim süresince Chazelle, 150 tane hikaye taslağı çizdi, her gün 18 saat boyunca çekimler devam etti. Hatta bir gün Chazelle, arabasını hurdaya çeviren ve kendisini de hastaneye kaldıran bir kaza geçirdi ama hemen ertesi gün sete geri döndü. Chazelle için, Andrew gibi bu iş için kanını, terini dökmüş diyebiliriz. Filmin prodüksiyon sonrasına da bakmakta fayda var çünkü film “En İyi Kurgu” dalında bir Oscar ödülü kazandı. Chazelle, filmin kurgusu için “Aramızda bir şaka vardı: filmin Fletcher kesmiş gibi olsun istedik.” demiştir. Görünüşe göre bu arzularına ulaşmışlar: hem sıkışık bir süre içindeki dakik çalışmaları, hem de final halinin gericiliğine rağmen film tam da Fletcher’ın elinden çıkmış gibi! Bu yoğun süreç mutlu bir şekilde sona erdi: Sony tarafından dağıtım hakları satın alınan film, yıl sonunda gösterime girdi ve sonrasında üç adet Oscar ödülüne layık görüldü. Neden bu filmi izlemeliyiz? “Ben sana çalmaya başla dedim mi? Neden çalmayı bıraktın dedim.” Gençsiniz… Henüz 19 yaşındasınız… Hayatınızın en heyecanlı ve hareketli zamanları ve ileride olmak istediğiniz büyük kişi, gençliğinizde yaptığınız seçimlere bağlı. Bir gece yine bütün gayretinizle hayatınızın tutkusu olan bateriyi büyük bir hırsla çalıyorsunuz. Ve gittiğiniz o “ülkenin en iyi müzik okulu” olarak bilinen yerin en saygıdeğer hocası karşınıza çıkıyor. Şaşkınlıktan donup kalıyorsunuz ve tüm odayı bateri yerine sessizlik kaplıyor. Size “Neden çalmayı bıraktın?” diye sorduğunda ümitlenip tekrar çalmaya başlıyorsunuz. Karşınızdaki büyük müzisyen bu sefer de, “Ben sana çalmaya başla dedim mi?” diye soruyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Filmin başlarında Fletcher, Andrew’u üç kez ümitlendirip, üç kere hayal kırıklığına uğratıyor ve bu filmin geri kalanını seyircilere bir nevi haberdar ediyor. Ancak bu bir film ve daha filmin başındayız. Hepimiz Fletcher’ın geri gelip Andrew’a bir şans daha vereceğini biliyoruz. İçten içe, çoğu filmin ortak teması olan öğretmen-öğrenci ilişkisini göreceğimiz hayaliyle filmi izliyoruz. “Bütün kabalığı, ona değer vermesinden ve potansiyelini keşfetmesini istemesinden” diye düşünüyoruz belki de… Bu noktada, üç tane küçük (ama kişiye göre büyük olabilecek) detayı paylaşmak isterim: İngilizce’de büyük İ harfinde nokta olmamasına rağmen (I), nota kağıdında WHİPLASH olarak yazılıyor. Filmin sonunda Andrew bateri çalarken, zilin üstünde ‘İstanbul’ yazdığını görüyoruz. Başrol oyuncumuz Miles Teller, bateri çalma sahnelerini dublör kullanmadan bizzat kendisi çalıyor. Bando üyelerinin enstrümanlarını çalmak için tek bir el hareketini beklediği Fletcher, dört tane hayat dersini bizlere sunuyor: “Bu arada, akordu bozuk olan Metz değildi. Sendin, Ericson. Ama o bilmiyordu. Bu da yeterince kötü.” Kendine güven. Biri burnunun dibinde gelip bağırıyor diye doğru olduğunu düşündüğün şeyden vazgeçme. Tabii ki, bunu yapabilmen için önce yaptığın şeyin doğruluğundan emin olman lazım. “Şeflik için orada değildim. Herhangi bir moron’da kollarını sallayıp tempoyu idare edebilir. İnsanlara sınırlarını zorlamak için oradaydım.” Elmaslar basınç altında oluşur. Bu basınç her zaman insanlar tempoyu tutturamadı diye kafalarına sandalye fırlatmak olmasa bile, karşımıza çıkan zorluklarla baş etmeyi bilmeli ve kolay kolay pes etmemeliyiz. “Dilimizde ‘aferinden’ daha tehlikeli bir kelime kesinlikle bulamazsın.” İnsan sınırları zorlanmadıkça kolaya kaçar, azla yetinir. Ama her zaman kendini daha çok geliştirmeyi bilmelidir. Tabii, başrolümüzün de sorduğu gibi: “Bunun bir sınırı yok mu?” “Sen beni salak mı sandın? Biliyorum bu sendin.” Aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeyin. İlk defa geçtiğiniz bir yoldaki çukuru farketmeyip düşerseniz, kimse sizi suçlayamaz. Ama bu hatayı tekrar tekrar yapmamalısınız. Fletcher, La Fonten Masallarındaki yılanlar ve akrepler gibi, sahne dışındayken güzel sözleriyle başrolümüzü kandırıyor; sahneye çıktıkları anda zehrini salgılayıp adamı küçük duruma düşürüyor. Andrew da ünlü olma ve dünyada bir fark yaratma arzusuyla, bu akrebin zehrine her fırsatta farketmeden kolunu açıyor. Ancak kendine güvendiği ve hayallerinden emin olduğu için, Andrew sahneyi Fletcher’a bırakmayıp geri dönerek bu sefer de Andrew bize bir hayat dersi veriyor: Kimsenin size ne yapabileceğinizi veya yapamayacağını söylemesine izin vermeyin. Aksi takdirde hiçbir yere gelemezsiniz. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Son Samuray (The Last Samurai)

Son Samuray (The Last Samurai) Polat Haziran 15, 2024 Genel Tanıtım Son Samuray, 1876 ve 1878 yılları arasında, Japonya’nın Meiji Restorasyon (Japon modernleşmesi) döneminde geçmektedir. Bu dönem, Japonya’nın hızla modernleştiği, tabiri caizse Batı Kültürünü ve kaynaklarını kucakladığı yıllar olarak bilinmektedir. Tom Cruise’un canlandırdığı Nathan Algren filmin başında alkolik ve depresif bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncesinde Amerikan ordusunda yüzbaşı olan Nathan, istemeyerek de olsa komutanlarının emrine tabi olarak, Kızılderililerin kaldığı bir köye emrindeki birlik ile baskın yapar ve daha sonrasında yaptıklarından pişmanlık duyarak askerliği bırakır. Köyü yağmalama emrini veren komutanlardan biri, Nathan’ın askerliği bırakmasından aylar sonra karşısına büyük bir teklifle çıkar. Modernleşmeye çalışan Japonya, sürekli isyan çıkaran Samuraylara karşı askerlerini eğiten, gelişmiş dünyanın silahlarına hakim olan birini ararken, eski yüzbaşı Nathan ile karşılaşır. Kızılderililerin katliamına sebep olan komutanla Nathan arasında gerginlik olmasına rağmen Nathan bu büyük teklifi kabul eder. Japonya’ya gelindiğinde Nathan’ın askerlerinin, aslında hayatlarında hiç tüfek kullanmadıklarını ve tarımcılıkta daha başarılı olduklarını öğrensek de, aradan çok bir süre geçmeden Samuraylara karşı savaşmak zorunda kalırlar. Nathan, askerlerin hazır olmadıklarını söylese de komutanlarına söz dinletemez ve Nathan’ın askerleri Samuraylarla karşı karşıya gelirler. Daha önce hiçbir savaş tecrübesi olmayan ve aralarında hâla Samuraylara büyük saygı duyan askerler, Japonlara yenik düşerler. Savaşın sonunda beş Samurayın arasında kalan Nathan, elindeki bayrakla sergilediği savunmayla önemli bir Samurayı öldürür. Samurayların liderliğini yapan Katsumoto’nun dikkatini çekmeyi başarır ve Katsumoto, Nathan’ı öldürmek yerine onu tutsak almayı tercih eder. Böylelikle tek esir olarak Samurayların köyüne götürülür. Prodüksiyon 2003 yapımlı Son Samuray (The Last Samurai) filmi, aldığı birçok övgü ve kazandığı ödüller sayesinde, yıllar içinde drama ve aksiyon kategorilerinde ön sıralarda yer almaya hak kazanmış bir yapımdır. Takriben, dört yüz elli yedi milyon dolar kazanç elde eden bu film; oyuncuları, senaristi ve yönetmeni için ayrı ayrı övgüye layık görülmüştür. Filmin başrollerinde Tom Cruise, Ken Watanabe ve Timothy Spall’un yer alırken, AFI tarafından yılın filmi ödülünü kazanmıştır. Aynı zamanda Japon Akademi Ödüllerinde en iyi yabancı film ödülünü almıştır. Seyirci tarafından da oldukça beğenilen bu yapım IMDb’de 10 üzerinden 7.8 gibi yüksek bir değerlendirme puanına ulaşmıştır. Başrolünde Tom Cruise’un oynadığı “Jack Reacher: Never Go Back” (Asla Geri Dönme) ve “Blood Diamond” (Kanlı Elmas) gibi bazı kaliteli yapımların da yönetmenliğini üstlenen Edward Zwick, diğer filmlerinde olduğu gibi Son Samuray filminde de seyircilere hem keyifli hem de düşündürücü bir yapıma imza atmıştır. Çekimler, Japon oyuncular ve bir Amerikan yapım ekibiyle Yeni Zelanda’da, çoğunlukla Taranaki bölgesinde gerçekleştirildi. Bu konum, Egmont/Taranaki Dağı’nın Fuji Dağı’na benzemesi ve ayrıca Taranaki bölgesinde çok sayıda orman ve tarım arazisinin bulunması nedeniyle seçilmiştir. Toplamda on üç çekim yeri vardı. Birkaç köy sahnesi Burbank, California’daki Warner Bros Studios’un arka bahçesinde çekildi. Sahnelerin bazıları da, Japonya, Kyoto ve Himeji’de çekildi. CBS News ile yapılan bir röportajda Zwick, filmin çekimleri hakkında çok önemli bir noktaya değiniyor. “Bu filmi çekmek ne kadar sürdü?” sorusuna, “Üç kıtada çekim yaptık ve yüz on yedi gün sürdü” diyor. “Bu gerçekten birçok filmin iki katı uzunluğunda.” Müzik The Last Samurai (Son Samuray): Orjinal Film Puanı, 25 Kasım 2003’te Warner Sunset Records tarafından yayınlandı. Filmin albümündeki tüm müzikler, Hans Zimmer tarafından bestelendi, düzenlendi ve üretildi. Albüm “Hollywood Studio Symphony” tarafından hazırlandı ve Blake Neely tarafından yönetildi. ABD En İyi Film Müzikleri listesinde yirmi dördüncü numaraya kadar yükseldi. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
12 Kızgın Adam (12 Angry Men)

12 Kızgın Adam (12 Angry Men) Dilara Özdemir Nisan 15, 2024 Genel Tanıtım 12 Angry Men, 1957 yılında Sidney Lumet tarafından yönetilen etkileyici bir Amerikan hukuk dramasıdır. Film, Reginald Rose’un aynı adı taşıyan 1954 tarihli televizyon oyunundan uyarlanmıştır. Hikaye, cinayet şüphesiyle karşı karşıya kalan bir genç hakkında karar verecek olan bir jüri ekibini anlatıyor. Jürinin makul şüphe temelinde mahkumiyet veya beraat konusunu müzakere etmesini ele alıyor. Jüri, anlaşmazlık ve çatışma ile başa çıkarken, onların ahlaki değerleri sorgulamalarına neden olan derin sorular ortaya çıkıyor. Oyuncu kadrosunda bulunan Henry Fonda, aynı zamanda yapımcı olarak Reginald Rose ile birlikte yer alıyor. Diğer önemli isimler arasında Lee J. Cobb, Ed Begley, E. G. Marshall ve Jack Warden bulunuyor. Akademi Ödülleri’nde “12 Angry Men”, “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” kategorilerinde adaylık elde etti. Ayrıca, Amerikan Film Enstitüsü tarafından AFI’nin 10 Top 10 listesi kapsamında, “En İyi Mahkeme Draması” olarak 1962 yapımı “To Kill a Mockingbird”ün ardından ikinci sırada seçildi. 10 üzerinden 9 gibi iddialı bir IMDb puanına da sahip. Prodüksiyon Reginald Rose’ın “12 Angry Men” adlı senaryosu başlangıçta televizyon için hazırlandı ve Eylül 1954’te CBS’in Studio One programında canlı olarak yayınlandı. Televizyon prodüksiyonunun başarısı, bir film uyarlamasına yol açtı ve Henry Fonda ile Rose, daha önce televizyon prodüksiyonları için dramalar yönetmiş Sidney Lumet’i yönetmen olarak görevlendirdi. New York’ta çekilen film, kısa ancak yoğun bir prova programının ardından üç haftadan az bir sürede ve $337,000 dolarlık bir bütçeyle (2025’de yaklaşık $3,500,000 dolara eşdeğer) tamamlandı. Neden bu filmi izlemeliyiz? Doğruyu savunan tek kişi olmak bu hayatta her şeyi değiştirebilir. Savunduğunuz şeyin doğru olup olmadığını bilmeseniz bile öğrenmek için savunmaya değmez mi? Yoksa, günlük hayattaki koşuşturmacanıza veya sonucunu merak ettiğiniz maça geri dönmek için neredeyse çocuk sayılabilecek genç bir adamın hayatını hiçe sayabilir misiniz? “Ne zaman önyargınızı kullansanız gerçekleri göz ardı edersiniz.” Mevlana, “Etrafına baktığında her yer karanlıksa, bir kere daha bak; belki de ışık sensin.” diyor. Yalnız olmak korkutucu, cesaret isteyen bir şey ama gerçeği açığa çıkarmak ve onu herkesin görmesini sağlamak için küçücük bir ihtimal dahi olsa, bu riski almaya değmez mi? Sadece birkaç saatliğine oturulup konuşulduğunda çözülebilecek bir konu için o hayatın hatrına o birkaç saat feda edilemez mi? Değer. Ama gelin bir de bunu karşınızda saatlerce size bağıran ve yanlış olduğunuza dair inat eden biri varken deneyin. Öyle ki, adını sorsalar bağırarak söyleyecek durumda. Babam dedi ki, “bağıranların mutlaka kendileri hakkında bir sorunları vardır,” ya da böyle birşeydi tam hatırlamıyorum. Haklı insan sakindir çünkü haklılığını kanıtlamaya lüzum duymaz. Ama bağıran kişi haksızlığını sesiyle örtmeye çalışırcasına yükseldikçe yükselir. “Bir hiç olmak çok üzücüdür beyler. İnsanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez de olsa önemli olmak ister.” Cahile karşı en büyük cevap da sessizliktir. Biri uzun bir süre sesini yükseltip karşı tarafa haklı olduğunu kabul ettirmeye çalıştığında, insanlar bir süre sonra onu dinlemez, dinleyemez olurlar. Çünkü muhattaplarıyla muhabbet kuramayacak, onları ikna edemeyecekleri noktaya geldiklerinin farkındadırlar. Böyle zamanlarda biraz ara vermek her iki tarafa da iyi gelir. Bir bakarsınız sonunda beklenmeyen olmuş ve ortak bir karara varmışsınız; bir kişi, on iki kişi olmuş… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Türün Öncüleri: Tupac Shakur

Türün Öncüleri: Tupac Shakur Muhammed Alperen Ermiş Ağustos 16, 2023 Tupac Shakur Kimdi? Amerikalı müzisyen ve aktör Tupac Shakur, 1990’lı yıllarda “gangsta rap” tarzıyla tanınır hale geldi ve vefatından sonra bu onurlu mücadelenin simgesi oldu. Tüm zamanların en çok satan sanatçılarından biri olan Shakur, şimdiye kadar 75 milyon albüm sattı. Tupac hassas, yetenekli ve sorunları olan bir adamdı. 7 Eylül 1996’da Las Vegas’ta arabasında vurulduktan altı gün sonra hayata gözlerini yumdu. Suikasti gerçekleştiren katil hiçbir zaman bulunamadı. Tupac, birçok Afrikan-Amerikan’in karşılaştığı mücadeleleri ve adaletsizlikleri ifade etme misyonuyla başkaldıran bir birey olarak yola çıktı. Tupac’in bu isyankar yönü, onu kendi nesli için olduğu kadar eşitlik adına mücadele eden sonraki nesiller için de bir sembol haline getirdi. Hayattaki en büyük mücadelesi kendisiyleydi. Kader onu gangsta rap‘in nihilizmine ve “Death Row Records” kralı Suge Knight’ın kötü şöhretli pençelerine sürükledikçe, Shakur’un işi ile hayatı arasındaki çizgiler giderek daha fazla bulanıklaştı. Erken Hayatı Tupac, 16 Haziran 1971’de Harlem, New York’ta doğdu. Annesi Afeni, iki çocuğuna tek başına bakarken ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Çoğu zaman bu aile, geçici barınaklarda ikamet etmek zorunda kalıyordu. Daha sonra, ailecek Baltimore’a taşınmaya karar verdiler. Burada Tupac, “Kendimi en özgür hissettiğim yer” olarak bahsettiği prestijli Baltimore Sanat Okulu’na kaydoldu. Ailesi Tupac’ın annesi Alice Faye Williams, liseden terk ve Kuzey Karolina’lı bir hizmetçinin kızıydı. 1970 yılında, ırksal bir çatışma yaratmayı planlama suçlamasıyla kefaletle serbest bırakıldığında, Tupac’a hamile kaldı. Ertesi yıl mahkemede, daha sonra oğlunun miras alacağı hitabet yeteneğini sergileyerek kendini etkili bir şekilde savunduktan sonra temize çıkarıldı. Alice Faye Williams, Kara Panter Partisi’nde aktif rol aldıktan sonra adını Afeni Shakur olarak değiştirdi. Afeni, Mayıs 2016’da 69 yaşında vefat etti. Tupac’ın babası Billy Garland da Kara Panter Partisi’nin bir üyesiydi. Tupac daha beş yaşındayken, eşi Afeni ile bağlantısını kopardı. Rapçi, 23 yaşına gelene kadar babasını bir daha görmeyecekti. 1996’da Vibe dergisi için Kevin Powell ile yaptığı röportajda, “Tüm hayatım boyunca babamın ölü olduğunu düşündüm.” dedi. “Bana ip atlamayı öğretecek bir babaya ihtiyacım olduğunu hissediyordum ve bende yoktu.” Tupac’tan iki yıl sonra Afeni, Sekiya adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ancak Sekiya’nın babası Mutulu Shakur da onları terk edecekti. Jada Pinkett Smith ve Tupac’ın Arkadaşlığı Tupac, genç bir aktris olan Jada Pinkett-Smith ile ilk kez Maryland’deki Baltimore Sanat Okulu’nda karşılaştı. Sonrasında Jada, Tupac’ın “Strictly 4 My Niggaz” müzik videosunda rol aldı. 2017 de vizyona giren Tupac filmi ‘All Eyez on Me’de, Pinkett-Smith de bir karakter olarak yer aldı. Verdiği bir röportajda, Tupac ile ilk tanıştığında bir uyuşturucu satıcısı olduğundan bahseden Jada, daha sonra muhabirlere filmin ilişkilerini “çok incitici” olarak “yeniden tasavvur” ettiğini düşündüğünü açıkladı. “Ah, bu sevimli kıza sahipsin ve bu havalı adama sahipsin, onlar bu işin içinde olmalılar – hayır, bu hiç de öyle değildi. Bu hayatta kalmakla ilgiliydi; aramızdaki şey her zaman hayatta kalmakla ilgiliydi.” dedi. Kaliforniya’ya Taşınmak ve Şöhrete Yükselmek Tupac’ın ailesi, suçla dolu Baltimore mahallesinden ayrıldıktan sonra, Kaliforniya’nin Marin şehrine taşındı. Robert Sam Anison’ın, 1997’de Vanity Fair için Tupac hakkında yazdığı ve ölümünden sonra yayınlanacak olan kapsamlı makalesine göre, “burası ortalama küçük bir gettoydu”. Afeni, Marin’de kokain bağımlılığından vazgeçti; fakat Tupac, annesinin uyuşturucu satın aldığı aynı sokaklarda narkotik satmaya devam edecekti. Tupac, hip hop tutkusu nedeniyle (en azından bir süre) suç dolu bir hayattan uzak durdu. 1989 baharında 17 yaşındayken bir parkta yaşlı ve beyaz bir kadın olan Leila Steinberg ile tanıştı. Winnie Mandela hakkında konuşmaya başladılar. Steinberg’in daha sonra anlatacağı gibi Mandela, “yelpaze gibi kirpikleri, taşan karizması ve cok bulaşıcı bir kahkahası” olan genç bir adamdı. Tanıştıklarında, Tupac takıntılı bir şekilde şiir yazıyordu ve müzik endüstrisi deneyimi olmayan Steinberg’i menajeri olmaya ikna etti. Sonunda Steinberg, Tupac’ı müzik menajeri Atron Gregory ile tanıştırdı. Ardindan ona, 1990’da hip hop grubu ‘Digital Underground’ için roadie ve dansçı olarak çalışacağı bir iş buldu. Kısa süre sonra Tupac, 1991’de aldığı Dan Aykroyd komedisi “Nothing but Trouble”ın müziklerini kullanan, “Same Song” adli kayıt ile çıkış yaptı. Aynı yılın Ekim ayında Tupac, Digital Underground’ın “Sons of the P” albümünde de yer aldı. Grubun menajeri olarak Steinberg’in yerini alan Gregory, “Interscope Records” ile Tupac için bir kayıt sözleşmesi imzaladı. Anlaşmanın ardından, Sons of the P’den bir ay sonra, Tupac’ın ilk solo albümü olacak olan “2Pacalypse Now” yayınlandı. Tupac sık sık yanlış anlaşıldığından şikayet ederdi. Verdiği bir röportajında Gazeteci Chuck Phillips’e “Hayattaki her şey çok güzel değil” dedi. “Bir sürü cinayet ve uyuşturucu var. Bana göre mükemmel bir albüm zor, eğlenceli ve sevecen şeylerden bahseder. … Beni rahatsız eden şey, yazdığım pek çok hassas şeyin fark edilmeden gitmesi” diye ekledi. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan