Küçük Prens

Küçük Prens Mercan Şubat 15, 2025 Kitap Özeti B612 gezegeninin tek yerlisidir Küçük Prens. Çok özür dilerim, bir de gülü var! Gözünden bile sakındığı, ona bir şey olmasın diye gece gündüz çabaladığı gülü. Sahra çölüne uçağı düşen bir pilotun ağzından dinleriz Küçük Prens’in hikayesini. Aç, susuz, uçağını nasıl tamir edeceğini düşünen pilotun yanına sarışın küçük bir çocuk gelir ve ondan bir koyun çizmesini ister. Pilot bunu kabul ettikten sonra ikisi arkadaş olurlar ve Küçük Prens, Pilot’a gezegeninden bahsetmeye başlar. Yabani otlar çıkmasın diye her gün nasıl özene bezene bütün gezegeni (zaten pek büyük sayılmaz) temizlediğini, bir gün gülünün bir yerlerden tohum olarak gelip gezegene yerleştiğini ve kendisinin güle nasıl aşık olduğunu anlatır. Küçük Prens’in gezegenler arası yolculuğu ise, gülünün ona söylediği bir yalanı fark etmesiyle olur. Küçük Prens’in yolu, Dünya’ya düşer. Çölde kendisine zehrini teklif eden bir yılan ve evcilleştireceği bir tilkiyle tanışır. Türünün tek örneği olduğunu söyleyen gülünün yalanını ortaya çıkaran bir gül bahçesi ise cabası… Küçük Prens, dar kafalı yetişkinlerle tanıştıkça şaşkınlığını gizleyemez. Yetişkinlerin insanlara emir verme, her şeye sahip olma ve sürekli pohpohlanma istekleri ona çok manasız gelir.Bir çocuk kitabı olarak geçse de yetişkinlerin çocuklardan daha derin anlamlar bulabileceği ve dersler çıkartabileceği bu romanı herkes hayatında en az birkaç defa okumalı… Yazarın Biyografisi Antoine de Saint-Exupéry, 29 Haziran 1900’de Lyon, Fransa’da doğdu. Liseyi bitirdikten sonra Ecole des Beaux-Arts’ta, mimarlık fakültesine girdi. Mimarlık fakültesinden sonra 1921’de, Fransız Hava Kuvvetlerine teknisyen olarak katıldı. Pilotluk eğitimi almak için Strasbourg’a gönderildi. 1926 yılında yazarımız, Toulouse ve Dakar’da posta servisi yapan uçağın pilotluğunu yaptı. Bu yıl onun için bir dönüm noktası oldu. İlk kitabı olan “Güney Postasını” bitirdi. İlk uçuş deneyimlerini anlatan bu kitapta, Antoine Arjantin bölge sorumluluğuna getirildi. Arjantin’deki macerasını anlatan “Gece Uçuşu” adlı romanını yazdı. II. Dünya savaşında Fransa, Almanyanın işgaline uğradı. Fransanın savaşı kaybetmesi ile beraber 1938’ de Amerika’ya gitti. Amerikada en çok beğenilen “Dünya ve İnsanlar ile Savaş Pilotu” ve “Küçük Prens” kitaplarını yazdı. Ülkesinin işgali durumunda yardım etmek isteyen Antoine, 31 Temmuz 1944’de Akdeniz’de görevdeyken uçağı vurulup hayatını kaybetti. Antoine de Saint-Exupérynin kitabı Küçük Prens Cesar ödülünü aldı. Kitabın İncelemesi “Gökyüzüne bakın ve sorun kendinize: Evet mi hayır mı? Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi? Bakın nasıl her şey değişecek…” Küçük Prens ilk kez çiçeğinin koyun tarafından yenildiğine dair endişelerini anlattığında, muhattabı başlangıçta onu önemsemez. Çünkü onun düşünmesi gereken daha önemli şeyler vardır. Örneğin, uçağını tamir etmek ve eve geri dönebilmek gibi. Zaten yetişkinlerin her zaman daha önemli işleri yok mu? Aslında, bazen güne küçük bir çocuk gibi bakmak gerekir, merak ve heyecanla. Ellerini gökyüzüne uzatarak, “O ne öyle?” diye sormayı unutan yetişkinler, ölü ruhlar gibi trenlere binip inerler. Yıllarca bir hedefe yürürler, fakat bir gün bile kafalarını kaldırıp yolun etrafındaki olağanüstü manzaraları görmekten acizdirler. Evet, belki de ancak yukarıdaki bir gezegene bakıp “Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?” sorusunu sorduklarında evrenin sırlı kapıları onlara açılacaktır. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Uçurtma Avcısı

Uçurtma Avcısı Mercan Ocak 15, 2025 Kitap Özeti Hikaye Afganistan’ın Kabul kentinde sosyal ve politik kargaşanın ortasındaki iki çocuğun dostluğunu konu alarak başlar. Daha sonrasında, Uçurtma Avcısı biz okuyuculara Amir’in hayatını, yüzleşemediği ve aklından bir türlü çıkaramadığı anılarını, verdiği kararları, ve bu kararlardan doğan pişmanlıklarını anlatır. Nefes kesen bir anlatım ve acıklı hikayesi ile biz okuyucularını sürüklemeyi başaran Uçurtma Avcısı, hikayenin sonlarına doğru Amir’in bir şeyleri düzeltebilme ve kendini affettirebilme umudu ile vereceği kritik bir kararla bizleri baş başa bırakır. Yazarın Biyografisi Khaled Hoşseini, 4 Mart 1965 tarihinde Afganistan’ın Kabul şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Afganistan Dışişleri Bakanlığında diplomat, annesi ise Kabul’daki bir lisede Farsça öğretmenidir. Dışişleri Bakanlığının babasını Paris’e atamasıyla yeni bir ülkeye taşınırlar. Ailesinin Kabul’a geri dönmek istemesinin ardından, Komünist darbesi ve Sovyet ordusunun işgali sebebiyle 1980’de Amerika’nın Kaliforniya eyaletinin San Jose şehrine taşınmak zorunda kalırlar. 1984’te liseyi bitirdikten sonra; önce Santa Clara Üniversitesi’nin Biyoloji bölümünden, daha sonra ise 1993’te Kaliforniya’daki San Diego Üniversitesi’nin tıp bölümünden mezun olur. 2001 yılının Mart ayında tıp alanında asistanlık yaparken, ilk kitabı Uçurtma Avcısı’nı yazar. Daha sonra, 2006 yılında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğine büyükelçi olarak atanır. Ödüller Hoşseini, ilk romanı Uçurtma Avcısı ile altı farklı ödüle layık görülmüştür. Bu ödüller sırasıyla; “Borders Original Voice Award”, “The San Francisco Chronicle Best Book of the Year Award”, “Boeke Prize”, “Barnes and Noble Discover Great New Writers Award”, “Alex Award”, ve “Literatüre to Life Award” şeklindedir. Önemli Noktalar “Senin için, binlerce kez” Aşk, beklentisizliktir. Aşk, görünmeyen bir fedakarlıktır. Sevmeyi bilenler, hiçbir adaletsizliğin yenemeyeceği nihai fatihlerdir. Onlar, hiçbir yenilginin alçaltamayacağı kazananlardır. Hassan, sevgisinden başka verecek hiçbir şeyi olmayan, yarık dudaklı yoksul bir çocukken; sevgisi onu dünyanın en zengin adamı yapar. Sessizliği ve sözleri ile etrafındaki herkesi büyüleyen Hassan’ın her eyleminde koşulsuz sevgi ve sadakat vardır. Ne de olsa kendisinin bile bir sonu olan insan, kalbinde sonsuz bir sevgi kapasitesine sahip değil midir? Bu dünyada bir sonsuz sevenler vardır; kalplerini besleyip büyütenler, bir de sevmeyi henüz öğrenememişler. Bu yüzden Hassan ve Amir arasında yürek burkan bir dostluk oluşur. “Ağzımı açtım, neredeyse bir şey söyleyecektim. Neredeyse. Söyleseydim hayatımın geri kalanı farklı olabilirdi. Ama yapmadım. Sadece izledim. Felçli.” Aslında Amir’in Hassan’a ihaneti bu andan çok daha erken başlar. Amir, okuma yazma bilmediği için Hassan’a zorbalık yapıp aralarındaki sosyal statü farkını her fırsatta vurgularken; aslında Hassan’ın farkında bile olmadığı ve kendi hırsıyla içinde oluşturduğu güç mücadelesini kazanmaya çalışıyordur. Amir’in güvenecek birine ihtiyacı vardır; umutsuzca babasının ona değer vermesini ve ona saygı duymasını ister. Bu yüzden de babası gibi bir adam olmak için girdiği bencilce bir arayışta, Hassan’ın kendisine altın bir tabakta sunduğu sevgiye yüz çevirir. Gelişen olayların ardından, Hassan’ın tecavüze uğraması Amir’i perişan eder; bir zamanlar Hassan’ın kendisini ellerinden kurtardığı aynı kişiler tarafından zorbalığa uğramasını izlemek zorunda kalır. Tüm bu olaylar gerçekleşirken, Amir Hassan’ı savunma, onun yanında yer alma ve Hassan’a olan sevgisinin yanı sıra kendi insanlığını da kanıtlamayı başaramaz. Amir’in bu başarısızlığı, geleceğini daha derin bir çukura sürükler ve sonrasında da Hassan’ı hırsızlıkla suçlar. Bu iftira üzerine, Hassan ve babası evlerini sonsuza dek terk etmek mecburiyetinde bırakılır. Bizlerin de bir karar vermek ve kendimizi kanıtlamak zorunda bırakıldığımız anlarımız yok mudur? Böyle anların kaçında doğru olanı yapıyoruz veya tam tersine korkularımıza, zayıflıklarımıza ve arzularımıza boyun eğiyoruz? Bu kitap, bazılarımıza kendi hayatımızdan az çok tanıdık gelen bir hikayeyi anlatır. Bazen tek bir karar, hayatta neye inandığımızı belirler ve gerçekte kim olduğumuzu acımasızca yüzümüze vurur. “Vücudum kırılmıştı – ne kadar kötü olduğunu daha sonra öğrendim – ama iyileştiğimi hissettim. Sonunda iyileştim. Güldüm.” Bir karar verme zamanı geldiğinde, Amir başarısız olur. Korkularına ve açgözlülüğüne boyun eğmek onun her şeyine mâl olur. Sevdiklerine ihanet eder, gururunu ve öz saygısını yitirir, ve sonunda masum bir insanın büyük haksızlıklara uğramasına sebep olur. Neredeyse 25 yıl boyunca o ara sokakta sıkışıp kalır ve asla ilerleyemez, ta ki kefaret kapısı açılana ve kendini affettirmeye karar verene kadar. Sonunda Amir’e yeniden bir karar verme şansı sunulur; Hassanın oğlu Şöhrab’ı cinsel tacizden kurtarmak, ya da onu işkencecilere terketmek. Fiziksel olarak zayıf ve sayıca az olduğunu önemsemeden Amir, 25 yıl önce yapamadığını yapar. Kitabın sonunda Amir’in uğradığı işkence, kurtuluşuyla sonlanan unutulmaz bir hadiseye dönüşür. Kırık kaburgaları, yırtılmış dalağı ve diğer yaralanmalarla birlikte dudağı, Hassan’ın yarık dudağına benzeyecek şekilde yarılır. Amir’in bir yandan vücudu parçalanıyorken, diğer yandan ruhu iyileşiyordur. Dudaklarındaki titreyen tebessümüyle, iyileştiğini bendinin derinliklerinde hisseder. Yıllar önce karşı koymaktan kaçtığı darbeleri şimdi tebessümle karşılar ve kendi kurtuluş hikayesini yazar. İnceleme Uçurtma Avcısı, yeni ve ilginç bir olay örgüsünden daha fazlaşıdır. Hoşseini her sahneyi duyusal ayrıntılarla boyayarak beni, New Jersey’deki kanepemden, 1963’te Kabil’in ara sokaklarına taşıdı. Dinlediğim bir hikaye değil, parçası olduğum bir hikaye oldu. Adımımı bile atmadığım bir ülkeye özlem duydum. Görüntülerin Uçurtma Avcısı’nı kişiselleştirmesi sayesinde, Amir’in dövüldükten sonra tarif ettiği acıyı kaburgalarımda hissettim ve Sohrab’ın tekrar terk edildiğini öğrendiğindeki kalp kırıklığı göğsümde yankılandı. “Sokaklar taze karla parlıyordu ve gökyüzü kusursuz bir maviydi. Kar her çatıyı kapladı ve sokağımızı çevreleyen bodur dut ağaçlarının dallarını ağırlaştırdı. Bir gecede kar, her çatlağa ve oluğa yol açmıştı.” İngilizce bir kitap okurken, Afgan dili ve kültürünün tadına vardım. Hosseini’nin anlatım diksiyonu ve detayı sayesinde neredeyse ülkenin baharatlarının kokusunu alabiliyordum. Afgan ve dini terimlerin kullanımı anlatıyı zengin, odaklanmış ve anlaşılır kıldı. Ek olarak, etkileyici sahnelerdeki cümle yapıları, şiirsel bir doğada duyguları tanımladı. “Hem hoş hem de pek hoş olmayan zengin kokular, beni yolcu camindan içeri sürükledi, pakora’nın baharatlı aromasi ve Hiharı Baba’nın çok sevdiği, uzak dumanların iğnesi, çürük, çöp ve dışkı kokusuyla harmanlandı.” Muhtemelen, Hosseini’nin en belirgin yeteneği, anlatım tekniğidir. Doğrusal bir zaman çizgisini takip ederken, anıları kullanarak zamanda ileri geri atlar. Karmaşık veya dağınık bir olay örgüsü değil, geçmişine saplanmış bir adamın öyküsü haline gelir. Hosseini de hikayesine biri ilk birkaç bölümde olmak üzere iki doruk noktası verecek currete sahip! Böylece, kitabın başında oluşan o duygusal bağ, sonuna kadar beni kitaba sıkıca bağladı. Ayrıca, Hosseini devamlı okuyucuyu diken üstünde tutacak öngörüler kullanıyor. Kitapta anlamsız sunduğu tek bir cümle veya fikir yok. “Benim hakkımda bir şeyler bilmelisin… Çok sabırlı bir insanım. Bu iş bugün bitmez, inan bana.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ekim Kütüphanesi

Ekim Kütüphanesi Betül Tosun Ekim 15, 2024 Mor Mürekkep Nazan Bekiroğlu “Bilirsiniz, bir karşılaşmanın veya bir kitabın hayatınızı altüst edebilmesi için önceden hazır olmak gerekir.” Özet Birçok farklı hikayelerden oluşan Nazan Bekiroğlu’nun Mor Mürekkep kitabı okuyucuların hem iç dünyalarına hem de dış dünyalarına farklı pencerelerden bakış açısı sunar. Hayatın anlamını, varoluşunu, biz insanların aslında anlam bulamadığı objeleri, kavramları ve kelimeleri anlamdıran bir kitap. İnsanın duygusal, bedensel ve zihinsel dünyasını birleştirip farklı kutuplardan köprü kurup yürümemizi sağlayan bir eser. İnceleme Ne zaman Nazan hocanın kitabını okusam içimde ayrı bir lezzet oluşur. “Müzik ruhun gıdasıdır” derler hep. Ben de bu sözü alıp “Kelimeler ruhun gıdasıdır” demek istiyorum. Belki bir çoğumuz her gün yüzlerce kelime ile cümle kuruyoruz ama bu kurduklarımızın anlamının, nedeninin farkında bile değiliz. Küçükken bir tane kitabım vardı, benim ilk kitabımdı. O zamanlar küçük olduğum için okumayı bilmiyordum ve anneme her gün bana o kitabı okumasını isterdim. Bana “hiç sıkılmıyor musun?” diye sorduğunda ben sıkılmadığımı söylerdim. Mor Mürekkep de benim için aynı. Her yıl okusam sıkılmayacağım kitaplardan bir tanesi. Benim farkında olmadığım ama her zaman kendimle taşıdığım “ben” gözlüklerimi çıkarmama yardımcı oldu. Dünyayı “ben” algısı ile değil de bir kelebeğin, kelimenin, kalemin algısıyla bakabilmeyi öğretti. Aslında biz farkında olmasak bile okuduğumuz her şey bizim ya zihnimize ve ruhumuza ya da bedenimizin bir yerine kazınıp ara ara bizi ziyaret ediyor. Sanırım kendilerince bir şeyler hatırlatmak istiyorlar. “Şimdiye kadar bütün öğrendiklerim” dedi yazıcı, “Hayata dair, hiçbir şeyi anlamama yetmediler. Öyleyse onları unutmalıyım. Unutmalı ve yeniden başlamalıyım.” Dört Anlaşma Don Miguel Ruiz “Siz konuşabiliyorsunuz. Dünyada başka hangi hayvan konuşabiliyor? Söz, insan olarak sahip olduğunuz en güçlü araçtır; söz büyü aracıdır. Ama iki yanı keskin kılıç gibi, sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki her şeyi de yok edebilir.” Özet Hayatını, başkalarının fikir ve inançlarına göre değil de kendi gerçeklerine göre yaşayınca ancak mutlu olabilir insan. Çünkü insan olmadığı biri gibi davrandığında hep bir yanı eksiktir. İnsan varsayımlarla doludur ve kitaba göre insanların en büyük varsayımı, herkesin kendileri gibi düşündüğünü, hissettiğini, yargıladığını ve sömürdüğünü varsaymaktır. Varsayımın hiçbir zaman pozitif bir etkisi yoktur. Varsayım demişken, kitapta geçen bu hayatı en iyi şekilde yaşamak için kendimizle yapmamız gereken dört anlaşmaya geçelim: 1- Söz büyüdür. 2- Hiçbir şeyi kişisel alma. 3- Varsayımda bulunma. 4- Yapabildiğinin en iyisini yap. İnceleme Keşke kitapta geçen şeyler aklımdan hiç çıkmasa. Ama çıkacak, biliyorum. Maddelere detaylı girmeyeceğim. Maddeleri (özellikle de ilk maddeyi) merak ediyorsanız hemen kitabı bulup okumanızı öneririm. Bu kitabı sanki 1-2 ayda bir tekrar tekrar okumalıymışım gibi hissediyorum. Çünkü insan unutur ve hatırlamaya ihtiyacı olur. Her okuduğunda da konuya farklı bir bakış açısından bakabilir. Bu dört maddeyi birazdan panoma asmayı düşünüyorum çünkü gerçekten her gün bakıp hayatıma geçirmeye çalışıp onları özümsemek istiyorum. “İnsanların size doğruyu söyleyeceklerini beklemeyin çünkü onlar kendilerine de yalan söylüyor.” Frankenstein Mary Shelley “Benim içimde, ancak zor hayal edebileceğiniz türden bir sevgi ve inanmayacağınız türden bir öfke bulunuyor. Eğer birini tatmin edemezsem, diğerine boyun eğerim.” Özet Frankenstein, zeki ancak takıntılı bir bilim insanı olan Victor Frankenstein’ı takip eder; o, yaşamın sırlarını keşfetmek için acımasız bir arayışa sürüklenir. Heyecanının doruğundayken bir varlık yaratmayı başarır, ancak kısa süre içinde insanlığın sınırlarını aştığının farkına varır. Bu hikaye, Frankenstein’ın insanlar gibi dünyayı merakla keşfeden ve sevgi arzusu taşıyan bir varlık yaratmasını ve sonrasında onu canavarlaştırmasını anlatır. Bu canavarın perspektifinden, insanların değerini yitirdiği değerleri yeniden keşfederiz. İnceleme Yeni bir şehir veya ülkeye taşındığınızda her şey ne kadar büyük gelir, değil mi? Ama zamanla, sokakların nereye döndüğünü, hangi köşede sevdiğin ekmekçinin olduğunu, otobüs durağının hangi parkın ilerisinde olduğunu öğrendikçe o büyük karmaşık dünya küçülür, cebine sığar. Peki tüm dünyayı aynı şekilde elimize alabilsek, her şeyi görebilsek, neler yapabileceğimize şahit olsak, o zaman insanın kim olduğunu anlar mıyız? Aslında Frankenstein’in canavarı anlamıştı, fakat insan derisi giymediği için tüm olabileceklerinden mahrum kalmıştı. Duygularını kelimelere aktaramayan, koşmak isteyen ama bir adım atamayan bir çocuk gibi: öfkeli, yalnız ve aciz. Peki ya insan? Derisini giyen, diliyle konuşabilen, uzuvlarıyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebilen insan, insanın kim olduğunu anlar mı? Şu ana kadar anlamadıysak, gelin de bu canavardan öğrenelim. “Benden öğrenin, belki benim öğretilerimle değil, ama kesinlikle benim örneğimle, bilgi edinmenin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve kendi doğasından daha büyük olma arayışında olan adamdan ziyade kasabasını tüm dünya olarak kabul eden insanın ne kadar daha mutlu olduğunu.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Ağustos Kütüphanesi

Ağustos Kütüphanesi Dilara Özdemir Ağustos 15, 2024 İstanbul Hatırası Ahmet Ümit “Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek!”in önceden hazır olmak gerekir.” Özet İstanbul’un tarihini öğretirken aynı zamanda peş peşe olan yedi cinayetin çözümünü ele alan bir Başkomiser Nevzat kitabı. İstanbul’un çeşit çeşit insanını bir araya getirerek zengin bir hikaye ortaya çıkaran bu roman, Atatürk heykelinin altında, elinde eski bir madeni para bulunan bir cesedin ortaya çıkmasıyla başlar. İstanbul tarihinde önemli yerlere sahip olan kral veya hükümdarların en önemli eserlerinin yakınlarına bırakılan her bir cesedin elleri, bir sonraki cesedin yerini gösteren bir ok şeklinde bağlanmıştır ve avuçlarında o kral veya hükümdara ait bir sikke bulunur. İnceleme İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in ilk okuduğum ve en çok sevdiğim kitabıydı. Tabii ki sonunu söylemeyeceğim; ama gerçekten herkesten şüphelenmiştim, sadece bu sonu düşünmemiştim.Bu sene Batı Medeniyetleri Tarihi dersi aldım ve profesörümün öğrettiği her şey çok tanıdık geliyordu. Önce neden olduğunu anlamadım ama sonra kitabı hatırladım. Tarih dersinde öğrendiğimiz her şey aklımızda kalmaz, çünkü hocalar çoğu zaman konuların üzerinde gerektiği kadar durmazlar. Ama tarihi böyle kitaplardan, eğlenceli ve gizemli bir şekilde öğrendiğimiz zaman daha çok aklımızda kalır. Bu kitap da öyleydi. Çok uzun zamandır görmediğim, özlediğim, doğduğum şehirde böyle bir gezintiye çıkmak çok özel ve güzeldi. “Çünkü bizim düşmanımız kötü insanlar değildir, kötülüktür. Bizim düşmanımız zulmeden insanlar değildir, zulümdür. Ve zulümden beslenen bir inanç bize uzaktır, terstir, haramdır.” Rüzgarlı Pazar Ahmet Ümit “İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. Hazirana yakın, Mayıs’ın bilmem kaçı. İğde nerede? Otoların geçtiği köprü ile, yayaların yürüdüğü üst geçit arasında. Orayı ağaçlandırmışlar. Çitlembik, mazı, erguvan, akasya, hatmi ve tanımadığım bir sürü ağaç. Yahu gözünü sevdiğimin iğdesi, sen oraya nasıl geldin? Bir kuşun gagasında mı; yoksa bir yandan yürüyüp öte yandan iğde yiyen, çekirdeklerini sağa sola atan, elleri cebinde, başı havalarda bir bozkır çocuğunun eseri misin?” Özet İstanbul’da bir üst geçitte, birbirinden renkli hayatlara sahip seyyar satıcıların hikayesini anlatır Rüzgarlı Pazar. Babası Recep Efendi’nin rahatsızlıklarından bir tezgahta balonculuk yapan on-onbir yaşlarındaki Duran’dan tutun, gizli gizli kumara para yatırdı diye kocasını da, kocasının peşine düşen kumarbazları da döven eli maşalı ağzı bozuk Çiçekçi Cemile’ye; henüz hacca gidemese de kıyafetlerinden dolayı herkesin “Hacı” diye seslendiği adamotu satan adamdan, modaya uygun ucuz şapkalar satan Şapkacı Bacı’ya kadar Anadolu’nun her yerinden her çeşit insan vardır bu üst geçitte. Burada bir de Duran’ın yardım ettiği, gözleri görmeyen Nimet vardır. Şapkacı Bacı, bu genç kızın üst geçitte bir tezgah açmasına yardım etmiştir ve ona sahip çıkmaktadır. Herkesten bahsetmişken, çok büyük hayırlara vesile olacak Doktor’dan bahsetmezsek olmaz. Bu evsiz adam, işsizdir, dilenci değildir ama ne hikmetse çok parası var gibidir. İnceleme Rüzgarlı Pazar, cepleri boş ama yürekleri dolu insanların hikayelerini anlatır. İçinde hüznü de, mutluluğu da, ölümü de, düğünü de barındıran bu kitap, elinizde çayınız veya kahvenizle güneşli bir günde huzurlu bir zaman geçirmek için ideal. Kaç sene oldu okuyalı ama ben de içimden “Tekrar mı okusam?” diye geçirmedim değil… Mustafa Kutlu’nun ilk okuduğum kitaplarından biriydi ve o kadar çok hoşuma gitmişti ki, gidip 5-10 tane daha kitabını almıştım. İlerde o kitaplardan bazılarını da kütüphanemizde görebilirsiniz. “Söz bitiyor bazen. Sözün gücü, derde derman olmaya yetmiyor demek.” Yetim Koleksiyoncusu (The Orphan Collector) Ellen Marie Wiseman “Pencereyi kapatıp huzur veren kokuları içeride, şehirde olup biten her şeyi de dışarıda bırakmak istiyordu.” Özet İspanyol gribi, 1918-1919 yılları arasında dünyanın üçte birini öldüren ölümcül bir salgındı. Pia, 13 yaşında bir çocuk olmasına rağmen bu korkunç cehennemin ortasında savaş, influenza, ırkçılık ve yalnızlıkla boğuşurken aslında küçük bedenine kıyasla ne kadar cesaretli ve güçlü olduğunu kanıtlıyor bize. İnsan defalarca düşmesine rağmen yine de ayağa kalkabilir mi? Eğer bir amaç için yaşıyorsa, evet kalkabilir, kalkmalı. Ailesiyle birlikte Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş ve bütün ailesini birbirinden korkunç bir şekilde kaybetmiş olan romanımızın kahramanı, diğer insanlarda olmayan bir özelliğe sahip. Öbür yandan oğlunu influenzaya kaybetmiş komşusu Bernice, Pia evde değilken, evlerini karıştırarak hikayenin seyrini tamamen değiştirecek işlere kalkışmaktadır. Ama Bernice’ın anlamadığı şey şu ki; acı, ırk veya din ayırt etmez. İnceleme O kadar optimistik bir insanım ki, kitabın başlığını ilk gördüğüm zaman ana karakterin yetimleri korumak için topladığını sanmıştım. Sinirlerim bozulmuştu, yetimleri çalan bir kadının hikayesini okumayı beklemiyordum. Ne zaman ne olacağı belli olmayan, okurken diken üstünde tutan bir kitaptı. Tarihi romanlar çok hoşuma gider çünkü kurgu bile olsa bir olayla ilgili bir hikaye duyduğunuz veya okuduğunuz zaman, o olayı hatırlama ihtimaliniz artar. Şunu da eklemek istiyorum: kitap güzel bitti çok şükür. Güzel bitmesini o kadar bekledikten sonra eğer kötü bitseydi, sinir krizi geçirip kitabı camdan fırlatabilirdim ama yine de tavsiye ederdim. “Sarılmak, hiçbir şeye mal olmayan küçücük bir iyilikti…” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Simyacı

Simyacı Dilara Özdemir Temmuz 15, 2024 Kitap Özeti Simyacı, genç bir çobanın kalbini, daha da önemlisi Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendi hayalini, kendi kişisel efsanesini takip etme hikayesini anlatır. Bu delikanlı, sadece koyunlarıyla yaşamak isteyen mütevazi bir çobandır, ancak aynı zamanda dünyada dolaşmayı ve yol boyunca kitap okumayı da sever. Bir gün, bir çınar yakınlarında yıkık bir kilisenin altında otururken, Büyük Mısır Piramitleri’nin altında bulunan gizli bir hazineye dair tekrarlayan bir rüya görür. Ardından Melkisedek adında, kendisini başka bir ülkeden bir kral olarak tanımlayan, tuhaf bir bilge adamla tanışır. Adamın söyledikleri delikanlının hayallerini takip etme isteğini tetikler. Ertesi gün, koyunlarını satar ve Afrika’ya doğru yola çıkar. Mısır’a doğru giden bir kervanda, bir simyacı bulmak için tüm yolu gelmiş olan İngiliz bir adamla tanışır. Yolda seyahat ederken, İngiliz adam aşina olduğu simyanın sırları hakkında konuşur. Ancak delikanlı, karmaşık kitaplardan öğrenmeyi tercih eden İngiliz adamın aksine, kendi gözleriyle dünyayı gözlemleyerek simyayı öğrenir. Aniden, yaklaşan bir kabile savaşı hakkında söylentiler duyarlar. Sonunda Al-Fayyum’a varırlar, ünlü simyacının yaşadığı vaha. Delikanlı, hayatının aşkı olan Fatima ile tanışır, onu kendi hazinesinin bir parçası olarak görür. Simyacı delikanlıyı bulur ve onu hazinesine götürür. Yolda, simyacı ona her zaman kalbini dinlemesi gerektiğini söyler. Neredeyse piramitlere vardıklarında, bir kabile tarafından tutsak alınırlar. Simyacı, delikanlının kendisini rüzgara dönüştürebilen bir sihirbaz olduğunu iddia eder ve kendilerini kurtarmak için bunu denemelerini ister. Kabile, bunu yapabilirse onları affedeceğini kabul eder, ancak delikanlı bunu o an yapamaz. Sonra, tam üç gün meditasyon yaparak ve Evrenin Ruhu’nu dinleyerek kendini rüzgara dönüştürür ve kendini kampın diğer tarafına ışınlanır. Simyacı, delikanlıya veda eder ve delikanlı piramitlere doğru gitmeye devam eder. Varır varmaz hırsızlar tarafından saldırıya uğrar. Orada ne yaptığını sorduklarında, rüyasını açıklar ve bir hazinenin kendisini piramitlerin altında gömülü olarak beklediğini iddia eder. Hırsızlardan biri ona güler ve aynı rüyayı gördüğünü söyler, ancak bu rüya İspanya’da çobanların uyuyup dinlendiği bir çınar altında gerçekleşmiştir. Delikanlı daha sonra hazinenin tüm bu süre boyunca İspanya’da olduğunu fark eder. Ülkesine geri döner ve kürek alıp ağacın altında kazmaya başlar. Orada hazinesini bulur: onun ve Fatima’nın uzun bir süre mutlu bir şekilde yaşayabileceği altın dolu bir sandık. Arzuladağı hazine bunca zaman Santiago’nun zaten hep yanıbaşındadır. Ama gerçek hazinenin ne olduğunu yorumlamak okuyucuya kalmış… Yazarın Biyografisi Paulo Coelho, 24 Ağustos 1947’de Rio de Janeiro, Brezilya’da doğan bir yazardır. Coelho, Cizvit okullarında eğitim aldı ve dindar Katolik ebeveynler tarafından büyütüldü. Erken yaşlarda yazar olmak istediğine karar verdi, ancak ebeveynleri, bu meslekte Brezilya’da gelecek görmeyerek onu cesaretlendirmiyorlardı. Coelho, 38 yaşındayken İspanya’da bir manevi uyanış yaşadı ve bu deneyimini ilk kitabı olan “The Pilgrimage”de yazdı. Onu ünlü yapan ise ikinci kitabı olan “The Alchemist” idi. The Alchemist, dünya çapında bir fenomen haline geldi. 35 milyon kopya sattı ve şu anda yaklaşık iki yılda bir kitap yazıyor. Oldukça alışılmadık bir programlama ritüeli olarak, yeni bir kitap için yazma sürecine bir Ocak ayında beyaz bir tüy bulduktan sonra başlıyor. Ne kadar tuhaf görünürse görünsün, bu işe yarıyor gibi görünüyor. 26 kitabı en az 59 dilde 65 milyon kopyadan fazla satmıştır. Kitabın Ödülleri 67 farklı dilde çevrilen bu kitap, dünya genelinde 65 milyonun üzerinde kopya satışı yapmış ve birçok uluslararası ödül kazanmıştır. Bu ödüller arasında Birleşik Krallık’ın 2004 Nielsen Altın Kitap Ödülü, Fransa’nın 1995 Grand Prix Litteraire Elle Ödülü ve Almanya’nın 2002 Corine Uluslararası Kurgu Ödülü bulunmaktadır. Kitabın İncelemesi “Kim ve ne olursa olsun, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.” Ama bilmez mi gerçekten? Ego da bundan kaynaklı değil midir? İnsan ne kadar empati yapabilse de tam anlamıyla sadece kendi duygu ve düşüncelerinin farkındadır, gerçi bazen onun bile farkında değildir. Herkesin hayatı kendi evreninden ibarettir ve başkalarının evrenleriyle çakıştığında ister istemez, farketmeseler bile bir alışveriş olur. Hiçbir şey boş yere olmazken, günlük hayatta karşımıza çıkan biri bize, küçük-büyük farketmez, nasıl bir şey katmasın? Küçükken düşünürdüm: “Ben dünyaya hep bu gözlerle bakacağım.” Kardeşime bakardım, onun açısından dünyayı hiçbir zaman görmeyeceğim diye düşünürdüm. Zaten bu yüzden insanın kendine değer vermesi gerekmez mi? Yaratılanı sev, Yaradandan ötürü. Peki bu bakış açısında biz neden hep kendimizi atlarız? Kendimize vermemiz gereken değeri neden hep gözardı ederiz? Düşünsenize, hayatınıza bir sürü kişi gelip gidiyor. Ömrümün sonuna kadar hiç ayrılmayız dediğin biriyle ortada hiçbir sebep yokken ayrı düşüyorsun. Çünkü hayat böyle, insan değişiyor. Ama önemli olan, bu iç içe geçmiş evrenler silsilesinde herkesten pozitif manada bir şeyler almaya çalışmak ve verdiğimiz şeylerin de pozitif olmasına çok dikkat etmek. “Yaşlı büyücü,” dedi kendi kendine, “her şeyi bal gibi biliyordun. Bu kiliseye geri dönebilmem için biraz altın bile bıraktın. Paçavralar içinde geri döndüğümü görünce katıla katıla güldü keşiş. Sanki bunlardan esirgeyemez miydin beni?” Rüzgârın kendisini yanıtladığını duydu. “Hayır. Sana bunu söyleseydim, Piramitleri görmeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?” Gerçekten delikanlı Piramitlerin güzelliklerini görsün diye mi oraya gönderildi sizce? Bence kesinlikle hayır. Önemli olan varış değildi çünkü, yoldu. O yolda tanıştığı insanlar, üstesinden geldiği zorluklar ve öğrendiği derslerdi önemli olan. Piramitlerin güzelliği işin cabası… Evrensel Dil’i konuşmayı öğrenmesiyle kıyaslanamaz bile. Aynı şekilde, hazine bence o harcandıkça bitecek altın dolu sandıktan ziyade delikanlının yaşlı kralı, Simyacıyı, Fatima’yı ve yolculukta karşılaştığı herkesi tanımasıydı. Konuşmayı öğrendiği Evrensel Dil’in ona kattıkları, o altın dolu sandıktan çok daha değerli. “Herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilemez.” Günlük hayatta ne kadar çok “söylemesi kolay” demek istediğimizi farkediyor musunuz? Çünkü insanın yapısındadır yargılamak, sadece bazıları kendilerini tutmayı hiç beceremezler ve insanların işlerine burunlarını sokmaya bayılırlar. Oysa empati seviyesi ne kadar yüksek olursa olsu, kimse bir başkasının tam olarak ne düşündüğünü veya hissettiğini kavrayamaz. Çünkü herkes olayları farklı bir bakış açısıyla yorumlar ve işin güzel tarafı da budur; farklılıklar böylelikle meydana gelir. Herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak çekilmez olurdu. Ama işte nefs, kendinden başka herkesi çok iyi tanıdığına inandığı için her konuda yorum yapmak ister. Oysa, ne demiş Mevlana Celaleddin, “Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Alıntılar “İnsan sevdiği için sever. Aşk’ın hiçbir gerekçesi yoktur.” “Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: başarısızlığa uğrama korkusu.” “Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir.” “Neden yüreğimi dinlemek
Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale)

Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale) Betül Tosun Nisan 15, 2024 Kitap Özeti Damızlık Kızın Öyküsü, Kanadalı yazar Margaret Atwood tarafından yazılmış distopik bir romandır. Kitap, her şeyi kontrol altına alan bir rejimin altında bulunan Gilead adındaki bir toplumda kadınların sadece üreme amaçlı kullanıldığı bir kurgusal dönemde geçmektedir. Başkahramanımız Offred, bir “Damızlık” olarak tanımlanan kadınlardan biridir ve rejimin liderleriyle üreme görevini yerine getirmek üzere atanmıştır. Hikaye, Offred’in geçmişine ve şu an yaşadığı gerçekliğe dair hatıralar arasında gidip gelirken, onun kadınların toplumdaki yerlerini, söz haklarını, özgürlüklerini ve bireysel kimliklerini sorgular. Kitap, politik, toplumsal ve cinsiyet temalarını derinlemesine ele alırken, okuyucularını düşündürmeyi ve sorgulatmayı hedefler. Yazarın Biyografisi Margaret Atwood, Kanada’da doğup büyüyen bir yazardır. Yazma ile yolculuğu beş yaşında başlamış ve yüksek lisansını İngilizce edebiyatı üzerinde yapmıştır. Bir feminist bakış açısı ile yazan Atwood, kitaplarında yeni başlangıçlar ve rol değişimleri hakkındaki temalara yer verir. Yazdığı kitapların hepsi de dünya ve çevresindeki insanlarla ilişkilerini sorgulayan kadınlar odaklıdır. Sadece kitap değil, aynı zamanda kısa öyküler, şiirler, çocuk kitapları ve tiyatro da yazmaktadır. Gösterdiği başarıya binaen yazar, hem Kanada’daki hem de Amerika’daki üniversitelerde İngilizce edebiyatı anlatmaktadır. Margaret Atwood, 2016 yılında PEN Pinter Prize ödülü kazanmıştır. Kitabın İncelemesi Eğer geleceği fazla detayla anlatabilirsek, belki gerçekleşmez. Bu düşünceyle Margaret Atwood “Damızlık Kızın Öyküsü”nü kaleme aldı. İlk önce bir insan, sonra bir kadın olarak bu roman beni bir gerilim filminin korkutamayacağı gibi korkuttu, çünkü gerçekçiydi. Her yazdığımız veya yazmadığımız kural, her cezasız bıraktığımız suçla, böyle bir geleceğe yaklaşıyorduk. ABD ve Türkiye dahil olmak üzere, nice ülkelerde bu gerçeği yaşayan kadın, çocuk ve adam yok muydu? Atwood bu kitabı yazarken hiçbir kurgu kullanmadığını söylüyor. Yazdığı her olay tarihin bir köşesinde gerçekleşmişti. Bunun farkındalığıyla bu kitabı okumak gerekiyor aslında. İlk sayfadan itibaren, Offred özgürlük hakkındaki düşünceleriyle beni mest etti. Elindekileri kaybedince kıymetini anladı ve bana da bir sabah kahvesinin, banka hesabı açabilmenin, evinden çıkıp alışveriş yapabilmenin, çalışıp kendi maaşını kazanabilmenin kıymetini hatırlattı. Offred’in hapishanesinde özgürlüğün tadını aldım. Daha ilk sayfalardayken bir pencereden bakmanın aslında özgürlüğü ne kadar tatlı kıldığını hissettim. Ben de Offred’in hikayesiyle bugüne kadar varsaydığım tüm özgürlüklerimi tekrar hatırlamış oldum. Bu roman aynı zamanda bir toplumda az bir mükafata karşı oluşabilecek kayıtsızlığı gösteriyor. Offred bile Nick’le olan ilişkisinin sayesinde sisteme alışıyor ve kendi çapında mutlu oluyor. Bir insanın sayılı güzelliklerle dehşet durumlara razı olabileceğini gösteriyor aslında. Okurken içimde bağıra bağıra durdum – tüm bu damızlık kadınlar birleşip onların üzerine kurulmuş bu sisteme karşı çıksalar, tüm sistem çökerdi. Ama olmadı; kadınlar, korkularına yenik düşüp bu hayata alıştıklarından ve psikolojilerini korumak için tüm bu şartlara razı olduklarından, hiçbir şey değişmiyordu. Offred, isyana meyilli olmasına rağmen, hayat koşulları onu biraz olsa da memnun ettiğinde, çok kısıtlı bir özgürlüğe bile razı oldu. Aslında günümüzdeki olaylara aynı gözle bakabiliriz. İnsan, çok ağır şartlara hızla alışabiliyor çünkü adapte olmak fıtratımızın bir parçası. Ama bundan dolayı kayıtsız kaldığımız daha ne kadar sıkıntı var? Devletlerimizdeki sağlık, eğitim, ekonomi sistemlerinde onlarca kişi mağdur kalırken, nelerden eksik kaldığımızın farkında mıyız? Aslında daha fazla kişi için daha verimli, mutlu, güzel günler yaşayabilirken, sisteme alıştığımız ve razı olduğumuzdan dolayı hepsinden eksik kalıyoruz. “Damızlık Kızın Öyküsü” de tam olarak bunu anlatmaya çalışıyor. Şartları zorlayıp, rahatlık alanımızdan çıkaran daha güzel günlere kendimizi itmeliyiz. Yoksa gün gelir ve bir küçük odaya, az bir yemeğe ve kısıtlı bir özgürlüğe razı oluruz. “Gazetelerde adı geçmeyen insanlardık. Baskının kenarındaki beyaz boşluklarda yaşardık. Bu bize daha fazla özgürlük verdi.” “Lydia Teyze şöyle dedi: ‘Bir çeşit özgürlük yoktur. Edinme özgürlüğü ve kurtulma özgürlüğü. Anarşi günlerinde, edinme özgürlüğüydü. Şimdi size kurtulma özgürlüğü veriliyor. Onu küçümsemeyin.’” “Nolite te bastardes carborundorum. O zalimlerin seni ezmelerine izin verme.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Kasım Kütüphanesi

Kasım Kütüphanesi Betül Tosun Kasım 15, 2023 Çile Necip Fazıl Kısakürek “Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!Islak bir yorgan gibi, sımsıkı görüneyim;Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları” Özet Çile hepimizin hayatında olan bir kelime. Bazen gözyaşlarımızın sebebi, düşlerimizin nedeni, bazen ise bizim kaçtığımız bir haberci. Küçüğünden büyüğüne, fark ettiklerimizden fark edemediklerimize, bir çok konuyu ele alıp kelimelerle mısralarına döken Necip Fazıl’ın şaheserlerinden bir tanesi. Çile kitabı Necip Fazıl’ın şairlik döneminden ulaşan bir çok şiirini bulundurmaktadır. İnsanların iç dünyasını, kendi düşüncelerini ve isteklerini, sosyo-ekonomik yaşantıların etkisini, bizim fark edip ama aslında dile getiremediğimiz bir çok şeyi anlatır. İnceleme Açıkçası düşünmeden edemiyorum. Ne zaman Necip Fazıl’ı okusam kendimi ya kelimelerin içinde kaybolmuş ya da kağıtları karıştırırken buluyorum. “Keşke bitmeseydi” dediğim kitaplardan bir tanesi. Aslında bu kitap daha uzun bir yorum değerinde ama ben çok uzun tutmayacağım. Bu değeri sizin keşfetmenizi istiyorum. Ben bu kitaba bir göz olarak bakıyorum. İnsanın içinde hep var olan göz. Onunla beraber bir yolculuğa çıkıyoruz. Sanırım bazı şeyleri görebilmek için ikiden fazla göze ihtiyacımız oluyor. Bazen bir yaprağın düşüşünü, bir araba tekerinin patlamasını ve bize anlatmaya çalıştıklarını bu gözle fark edebileceğimize inanıyorum. Bizim zannettiğimiz küçükler bazen hiç bilemeyeceğimiz bir anahtara gebe olabilir. “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,Dev sancılarımın budur kaynağı!” Yusuf ile Züleyha Nazan Bekiroğlu “Sadece, Rabbim sen en iyisini bilirsin, dedi. Sen en iyisini bilirsin ve böyle olduysa, böyle olması gerekiyor demektir. Sana teslimim.” Özet Güzelliğin ve iffetin sembolü, Yakub’un biricik Yusuf’unun perspektifinden onlarca kez duyduğumuz o hikayeyi bu sefer de güzelliğin ve arzunun sembolü Züleyha’nın duygularıyla birlikte okuyoruz. Kurdun, kuyunun, aynanın sözcüklerine kadar her detayıyla ve kalemiyle insanı içine çeken bu hikaye, Yusuf’un gördüğü sırlı bir rüya ile başlar. Kardeş kıskançlığı ve ihanet, iftira ve esaret, sabır ve sultanlık, rüyalar ve sırlarla dolu bu Kur’an-ı Kerim’den kıssa, nefsine sahip çıkamayıp imtihanını geçemeyen bir kalple, iftiraya uğradığında bile sabredip Rabbine sığınan bir kalbin farkını anlatır. İnceleme Duyarak büyüdüğümüz, Kuran’dan bir kıssa olan bu hikayenin romanlaşmış hali beni içerdiği sırlı sözlerle çok etkilemişti. Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu? Kurgu olan kısımları hikayenin aslından bir şey çalar mı, yoksa tefsir gibi ekler mi? Kuyunun, kurdun dile gelmesi, hikayeye Züleyha’nın bakış açısıyla bakmak, Yusuf’un masumiyetini detaylı okumak hikayenin mesajını anlamaya yardım etmez mi? Zaten Kuran’daki kıssaların amacı da küfürle insanın ezelden gelen savaşında insana kılavuzluk yapmak değil midir? “Sarsılıyor kalbim yedi yerinden, bunca sarsıntıyı ben kazasız belasız nasıl geçeyim?” Gurur ve Önyargı Jane Austen “Nasıl da küçük düşürücü..! Âşık olsaydım bundan daha sefil bir körlük içinde olamazdım. Ama aptalca hatam aşk değil gurur oldu. Daha tanışır tanışmaz birinin tercihi olmaktan hoşlandım, öteki tarafından ihmal edildiğime gücendim; her ikisi hakkında da önyargılı ve cahilce davrandım, aklı bir kenara bıraktım. Meğer bu ana kadar kendimi tanımıyormuşum.”“Bu dünyada ne saadet vardır, ne de bedbahtlık. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimsenin en büyük saadeti hissetmeye gücü yeter.” Özet İngiltere’de 19. yüzyılın başına geri dönüyoruz. Bu dönemde, bir kadının ayakta kalabilmesi genellikle zengin bir aileye mensup olmasını veya kendine zengin bir eş bulmasını gerektiriyordu. Bayan Bennet, bekar beş genç kızın maddi gelecekleriyle başa çıkma endişesi içindeyken, Meryton kasabasına iki varlıklı beyefendinin geldiğini duyduğunda hemen planlarını yapar. Cana yakın Bay Bingley, hemen en büyük Bennet kızı Jane’e ilgi gösterirken, gururlu Bay Darcy ise ilk bakışta ikinci büyük Bennet kızı olan inatçı Elizabeth ile çatışmaya başlar. Darcy ve Elizabeth arasındaki gurur ve ekonomik statüye dair önyargılar sürekli bir çatışmaya neden olur, ancak onları değiştirecek daha büyük bir güç vardır. “Gurur ve Önyargı,” sadece basit bir aşk romanı olmanın ötesinde, günümüzde yaşadığımız toplumsal sınırlamaları derin karakter değişimleriyle farkındalık yaratan etkileyici bir eserdir. İnceleme Sadece filmi işlemekte kalanlar bu romanı yanlış yorumlayabilirler. Bu, basit bir fakir kız ve zengin adamın aşk hikayesi değildir. Jane Austen’ın sözlerinin ince detaylarında çok mana saklıdır ve her okuduğunuzda mutlaka farklı bir ince nokta keşfedeceksiniz. Karakterlerinin gurur ve önyargılarını tepkilerinde, kullandıkları kelimeler arasında ve önemsiz görünen tercihlerinde görmeye başlayacak, zamanla nasıl değiştiklerini de fark edeceksiniz. Aşk romanlarından kaçanlara sesleniyorum. Bu hikaye, iki insanın önyargı içeren bakış açısından kurtulması için bir vesile olan aşkı saklıyor. Şimdi, aşk romanlarını heyecanla arayanlara sesleniyorum. Elizabeth ve Darcy’de, hatta Bingley ve Jane’de, günümüzde roman ve filmlerde eksik olan aşkı bulacaksınız. O, sizi ansızın yakalayan bir tufan gibi – aniden kendinizi bu fırtınanın içinde bulacaksınız, ama o fırtınadan çıkmak istemeyeceksiniz. “Her şeyi başlatan saati ya da yeri ya da bakışı ya da sözleri ayırt edemiyorum. Çok zaman önce. Başladığımı anlamadan ortadaydım.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Momo

Momo Dilara Özdemir Ekim 15, 2023 Kitap Özeti Hayatta en tehlikeli şey gerçekleşmemiş hayallerdir diyor yazar Michael Ende. Büyük bir şehir kentinin tiyatrosunda yaşayan küçük kız çocuğu Momo, hayal dünyası ve yetenekleriyle beraber bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta zamanları, zaman ötesi dünyaları ve insanların yaşadığı kayıplardan bahseder. “Zamanım bol” diye başladığınız her sözün aslında gerçekten bol olup olmadığını masal yoluyla anlatan bir kitap. Yazarın Biyografisi Almanya’da 12 Kasım 1929 tarihinde doğan Michael Ende, savaş sonrası dönemin en başarılı Alman yazarlarından biriydi. Dünya genelinde 40 farklı dilde 20 milyonun üzerinde kitap sattı ve eserleri sinema filmlerine, tiyatro oyunlarına ve operalara uyarlandı. Küçük bir çocukken, babasının sanat eserlerinin sürrealist doğasıyla büyüdü ve resimleri kadar renkli bir hayal gücü geliştirdi. Ende’nin hayal gücü, edebiyatına yansıdı. Şiir, öykü ve romanlar aracılığıyla, okuyucularını dünyayı yeni yollarla görmeye ve deneyimlemeye yönlendirmeye çalıştı. Her bir eseri, dünyanın gizli mesajlarını keşfetmek için atılmış bir adımdı. 28 Ağustos 1995 tarihinde aramızdan ayrıldı, ancak genç ruhların kalplerinde bir miras bıraktı ve hikayeleri yaşamaya devam ediyor. Ödüller 1974’te Deutscher Jugendliteraturpreis, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülünü kazandı. Kitabın İncelemesi Zaman göreceli bir kavramdır. Bazen bir saatte otuz tane iş hallederken, bazen de bir bakarız altı saat geçmiş ama biz hiçbir şey yapmamışız. Zaman göreceli olduğu kadar aynı zamanda bir ilüzyon gibi bize geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda gösterebilir. Sonuçta, geçmiş bir anıdan ibarettir, gelecekse tamamen bizim kafamızda kurduklarımızdan… Ortada sadece şimdi vardır ve o bile akıp giderken bir anda geçmiş olur. İşte bu yüzden kitaptaki “her şeyi aynı anda yapamama” olayı çok önemlidir. Kaldırımları süpüren adam kıza neden sadece bir sonraki adımını düşünmesi gerektiğini anlatırken, eğer bütün sokağı düşünürse, daha henüz başlamadan yorulacağını söyler. Bu da tam olarak bizim günlük hayatta henüz olmamış, belki hiç gerçekleşmeyecek olaylar için sabrımızı dağıtmamıza benzer. Eğer sadece şimdiki adımımızı düşünürsek, kitaptaki adamın dediği gibi hem yorulmamış oluruz, hem de işimizi severek ve zevk alarak yaparız. Sonuçta bu hayattaki en önemli şeylerden biri de yaptığımız her şeyi aşk ve şevkle yapmaktır, çünkü hayattan ancak öyle lezzet alabiliriz. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Eylül Kütüphanesi

Eylül Kütüphanesi Betül Tosun Eylül 15, 2023 Beyaz Geceler Fyodor Dostoyevski “Bakın diyor insan kendi kendine, bakın dünya ne kadar soğuyor. Birkaç yıl daha geçecek ve onların ardından kasvetli bir yalnızlık gelecek; sonra gelecek yaşlılık solgunlaşacak, hayalleriniz solup ölecek ve ağaçlardan düşen sarı yapraklar gibi dökülecek.” Özet Yalnızlıkla ve kendi hayal dünyasıyla yolculuğunu anlatan Dostoyevski; bu kitapta birbirinden eşsiz gözlüklerle bize aşkı, yalnızlığı, ve beklemeyi anlatır. Rusya’nın St. Petersburg şehrinde yer alan hikaye ana karakterin herkesten ve herşeyden soyutlaştırılmış, dünyayı bir tek kendi zihin dünyası ile tanıyan, uçan kuşları bile renkler ahengi ile manalaştıran genç adam, gerçek hayata hayalindeki genç kızla tanıştığında gözlerini açar. Yıllardır kimseyle hiç bir iletişimde bulunmamış genç adam tanıştığı kızla beraber hayatın bir tek renkten ibaret olmadığını anlar. İnceleme Biz insanlar çok fazla isteyen ama istediğimiz kadar da vermeyen varlıklarız. Dostoyevski benim en sevdigim yazarlardan biridir. Bu kitabı ilk okuduğumda beni en çok kitaba çeken unsurlardan biri de yalnızlık idi. Yalnızlık deyince bir çocuğumuz belki korkuyoruz, bazılarımız çok seviyoruz, ve hatta ne yazık ki bize öğretilen bir şekilde tanımlıyoruz ama bu kitapta öyle olmadığını anladım. Sadece kendimden değil aynı zamanda çevremden de bir çok şey buldum. İnsanın duygularını, dünyayı nasıl anlamlardığını fark ettim ve tabii ki de her zaman bir şeylere karşı yenildiğini. “Kalbim konuşurken nasıl susacağımı bilmiyorum.” Acımak Reşat Nuri Güntekin “Belki çocukça bir fikirdir, felsefe kitaplarında yeri yoktur ama, ben, saadeti ikiye ayırırım: başkalarından alınan saadet, başkalarına verilen saadet. Benim için hakikî saadet başkalarına verilen saadettir.” Özet Çocukken yaşadığı olaylardan dolayı çok sert bir kişiliğe sahip Zehra Öğretmen, babasını sevmediğinden ötürü ölüm döşeğinde olsa bile gitmek istemez. Israrlara daha fazla dayanamayıp gittiğinde de ancak babası öldükten sonra yetişir. Hayatı boyunca babasından nefret ederek büyümüş olan Zehra Öğretmen, yetişemese de yine de üzülmez. Ama babasının hatıra defterini bulduğunda ona karşı olan bütün duygu ve düşünceleri değişir. Zehra Öğretmen, babasının hayat hikayesini okuduktan sonra annesini, babasını ve anneannesi hakkındaki gerçekleri öğrenir ve hayatı boyunca aslında hep yanlış kişiyi suçladığını farkeder. Çok pişman olur ama son pişmanlık fayda vermez. İnceleme Çok zor tuttum kendimi her şeyi yazmamak için ama benim okurken aldığım etkiyi alabilmeniz için detayları bilmemeniz gerekiyordu. Her sayfasında tekrar tekrar şok olarak okuduğum, “hadi canım bunu da yapmamışlardır” dediğim, içimin sızladığı, okurken acımak hissiyle dolduğum bir romandı. Kitap, hiçbir şeye tek bir kişinin perspektifinden bakmamayı, başkalarını da dinlemenin ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Gerçeğin aslında sizin düşündüğünüzden çok farklı olabileceğini anlatıyor. Zaman, insanı hiç düşünemeyceği kadar değiştirebiliyor ve son pişmanlık fayda vermiyor… “Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek, onunla beraber gülüp ağlamak, ıstıraplarını paylaşmak demekti.” Monte Cristo Kontu (The Count of Monte Cristo) Alexandre Dumas, Auguste Maquet “Bu dünyada ne saadet vardır, ne de bedbahtlık. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimsenin en büyük saadeti hissetmeye gücü yeter.” Özet İşlemediği bir suç nedeniyle hapse atılan Edmond Dantès, soğuk ve kasvetli If Kalesi’ne kapatılır. Orada, Monte Cristo Adası’nda gizlenmiş büyük bir hazine hakkında bilgi edinir. Sadece kaçmakla kalmaz, aynı zamanda bu hazinenin peşine düşer ve haksız yere hapsedilmesinden sorumlu üç adamı yok etmek için plan yapar. Dantes, ilahi adalet ile beşeri kin arasındaki sınırları bulanıklaştırarak intikamın peşine düşer. Alexandre Dumas’ın acı ve aşk dolu hikayesi, yaşanan gerçek bir haksız tutuklanma olayından esinlenmiş olup 1840’larda seri olarak yayınlandığında büyük başarı elde etmiştir. İnceleme Hakkını yiyenlere, hayatını alt üst edenlere hukukun müdahale etmediği yerde nasıl davranırdın? Edmond Dantès, bu soruyu karmaşık entrikalar, hayal edilemez zenginlikler ve keskin duygularla cevaplar. Acımadan, ilahi adaleti yerine getirmeyi kendine vazife kılar ve başarılı olduğu gibi hatalarıyla da insanlığını hatırlar. Aşk, sadakat ve insaniyet dediğimiz şeylerin saflığı kadar nasıl kirlenebileceğini kitapta çok net gördüm. Tabii aynı zamanda Monte Cristo Kontunun karakter yapısına hayran kaldım. Yaşadığı acılarla, külle beraber yeniden doğan bir Anka kuşu misali kahraman oldu ve bana hayat için büyük bir ders verdi. “O fırtınaya bakmalısın ve Roma’da yaptığın gibi bağırmalısın. En kötüsünü yap, çünkü ben de yapacağım! Sonra kaderler seni bizim bildiğimiz gibi bilecekler.” (2002 filminden) Alexandre Dumas’ın kalemiyle Napolyon Devrimi dönemi Fransa sokaklarını ve köşklerini farklı gözlerden görmek isterseniz, sizi bu kitabı elinize almaya davet ediyorum. “Bekle ve ümit et…” Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Nar Ağacı İncelemesi

Nar Ağacı Betül Tosun Ağustos 15, 2023 Kitap Özeti Şehirler ve zamanlar arasında geçen bu duygu dolu serüveni, Nazan Bekiroğlu kendi ağzından, muhacir dedesinin I. Dünya Savaşı sırasındaki macerasını kaleme alıyor. Anlatıcı, masasından kalkmadan, çayı soğumadan, büyükannesi Zehra ve dedesi Setterhan’ın fotoğrafına baktıkça geçmişte bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk onu, Balkan Harbi’inden 1. Dünya Savaşı’na, Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul arası bir sefere çıkarıyor. Bekiroğlu’nun “ilk defa bütünüyle bana ait bir roman. Bu romana müteşekkirim,” diye bahsettiği Nar Ağacı, üç ülke ve üç sevdayı kaleme alıyor. “Bir arkadaşımın söylediği gibi belki gerçekten böyle olmuştur. Ben olup bitenleri hatırlamışımdır. Buna da inanmak istiyorum” diyor yazar bir röportajında. Yazarın Biyografisi Nazan Bekiroğlu, 3 Mayıs 1957’de Trabzon’da doğmuştur. Lisenin sonuna kadar Trabzon’da okuduktan sonra 1979’da Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiştir. Dört yıl lise öğretmenliği yaptıktan sonra 1985’te KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girmiştir. 1987’de Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını Orhan Okay’ın yönetiminde tamamlamıştır ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. 1995’te Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent olmuştur. 1998′den itibaren aynı fakültedeki Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu, 4 Mayıs 2001′de profesör olmuştur. Kitabın İncelemesi “Yazıya düşen hiçbir şey ateşini olduğu gibi yansıtmıyor, her şey yazıya dönüşürken munisleşiyor.” Düşüşün etkili bir değişime dönüşebileceğini deneyimleyen Setterhan, İran’ın en önemli halı tüccarlarından Mirza Han’ın oğlu ile birlikte imkansızın da ötesinde bir hayat yolculuğuna yelken açıyor. Yiğit, mert ve dürüst olan Settarhan, dükkanlarında halı dokuyan Azam’a meftun olur. Gözlerine her baktığında kendinden geçişi ve ne yaparsa yapsin kara sevdasını ne kelimelerle ne de herhangi bir şeyle ifade edememesi onu farklı dünyalara sürükler. Sevdasının mutlak bir kurtarıcı olmasını umduğu ama aniden ticaret için kervan yolculuğuna çıkıp mahbubundan ayrılan Setterhan, her ateşin etrafını aydınlatamayacağını, ancak sevda ateşinde kavrulduğunda güneşlerin doğacağını anlar. “Dünya bir ırmaktı, biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi.” Balkan Harbi’nde bütün dünyası değişen ve alt üst olan Zehra, büyük annesi, köpeği ve komşusunun çocukları ile yola çıkar. Çocukluğunu, gençliğini, Trabzon’un denizini ve fırtınasını arkasında bırakır. Çıktıkları bu bilinmez yolda bir çok anı ve hikayeyle karşılaşırlar. Zehra, her geçtiği yolda farklı ırmakların ve denizlerin havasını solur. Kaçış ve sığınışlarının her birinin ardından bir ümitsizlik ve çaresizlik kaplar içini. Oysa ki, atlattığı her fırtına, elinde tutmaya çalıştığı kader iplerini şekillendirip, güzelleştirerek onun hiç ummadığı anda kendisine sunar. Savaş, kendisini denizler ötesinde olan biriyle buluşturur. “Gör beni.” Kitabin sonlarında, her iki ana karakter baktıkları dünya ve görecekleri dünya ile karşı karşıya gelirler. Hikaye, birinin aşk yolculuğunda altüst olan hayatı, diğerinin ise savaşın dehşeti ile kaçıp bilinmez bir hayata açılması ile başlar. Yazgılarının kendi ellerinde olduğunu zannederler ama o yazgıların arkasında göremedikleri başka bir şey vardır. Korkuyu, aşkı, belirsizliği, ümitsizliği ve ihaneti barındıran hikaye aslında şunu özetler: “Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?” Evet. Bizler aslında bir tek bize verileni görebiliyoruz. Oysa ki, çoğu zaman gördüklerimiz bizim kendi penceremizde saklı. Sanırım pencerelerimizi açmayı öğrenmemiz gerekiyor. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan