Humboldt ve Eğitim İdeali

Humboldt ve Eğitim İdeali Bilal Uygur Nisan 15, 2024 Eğitim dediğimiz zaman aklımızda canlanan en basitinden, okuldur. ‘Eğitim hayatı’, ‘eğitim geçmişi’ gibi ifadeler kullanarak katettiğimiz dereceyi belirtiriz. Aslında bu kadar basit değildir. Her okula giden insan için eğitimli diyemeyeceğimiz gibi sadece okul hayatına bakarak eğitimsiz bir insan diyemeyiz. Berlin’de bulunan Humboldt Üniversitesi’nin kurucularından olan Prusyalı Wilhelm von Humboldt bir devlet adamı, dilbilimci ve filozoftur. Günümüz eğitim sisteminin temelinin atılmasında etkisinin büyük olduğunu söyleyebileceğimiz eğitim teorisi ile bilinen Humboldt, aynı zamanda 1809-1810 yıllarında Prusya İçişleri Bakanlığı’nda Kültür ve Eğitim departmanı başkanlığı görevini üstlenir. Eğitim teorisinde en çok dikkat çeken noktalardan birisi, eğitim ve araştırmanın bir arada yürütülmesi gerektiğidir, ki bu sistem günümüz üniversitelerinin uygulamış olduğu sistemdir. Humboldt için eğitimin amacı basit gözükse de aslında oldukça zordur: insanın kendisini bulmasını sağlamaktır. Yani, insanın insan olma yolculuğunda amacına ulaştıran bir araçtır. Humboldt’un eğitim anlayışında asıl hedef insanın mesleki eğitiminden ziyade bireylerin karakter gelişimidir. Kişi kendi yeteneklerini özgür bir şekilde geliştirip bu yolda gerekli eğitimleri aldığı takdirde topluma yararlı bireyler haline gelecekleri fikrini savunur. Bu yolda eğitim verilirken, önem verilmesi gereken bir diğer nokta da bireyin ahlaki eğitimidir. İnsan nefsi, hep daha fazlasını ister ve bu yolda gözünü karartabilir. Bu durum, kişinin kendisine ve etrafındakilere zarar vermesiyle sonuçlanabilir. Ve bu Humboldt’un ahlaki eğitim sürecinde engellenmesi gereken bir durumdur. Önerdiği önlem ise insanın içindeki güçlerin geliştirilmesi aşamasında orantılı bir büyüme gerçekleştirilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada etik ve ahlaki değerlerin öğretilmesi ve kişiye aktarılması gerekmektedir. Yani olgunluk dediğimiz seviyeye gelmesi için gidilen yol, insan için eğitim sürecinin ta kendisidir. Humboldt için, dil eğitimi önemli bir yere sahiptir. Eğitim teorisinde, diller aracılığıyla kişinin dış dünya ile alışveriş yapabilmesi sayesinde dil eğitimine özellikle vurgu yapmaktadır. Dilin kullanımı ile kişi etrafı ile iletişim haline girer ve dilin kullanımı ne kadar iyi olursa iletişim o kadar kolaylaşır. Hatta bu yolla beraber farklı çevrelere ulaşılabilir, farklı mesajlar verilebilir. Bu yüzden ana dilin öğrenilmesinin yanında yabancı dillerin öğrenilmesi Humboldt tarafından özellikle vurgulanmıştır. Her dilin kendine ait karakteristik özellikleri bulunur. Farklı kelimeler, farklı ifadeler ve o bölgenin kültürüne ait özellikler taşır. Bu sebeple yeni bir dil öğrenilmesi yeni bir kültüre, yeni insanlara kapı açar. Aynı zamanda yeni bir dünya görüşü anlamına gelir. İnsan, sürekli içinde bulunduğu ortam ve çevre dışında farklı bir dilde ve yeni şeyler düşünmeye başlar. Bu sayede görüş açısı genişler ve dünyaya başka bir açıdan bakmayı öğrenir. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Özlemim Ta Derinlerden

Özlemim Ta Derinlerden Nermin Yetkin Nisan 15, 2024 Özlemim ta derinlerden, etkiler olur olmadık yerden. Gözlerimin pınarı yaşarır şimdi, anda kalır o sıcaklıklar da… Suyun kıyıya vurması gibi, çare bulamaz buluşurum ben de sessizliklerle. Yaramın derinliği değildir beni ağlatan, izin kalması an meselesidir de ondan… Uyanamam gördüğüm rüyalardan, hoş gerçeklik çalar kapımı her an. Şimdi ellerimde çiçekler, gözlerim ufka kadar, belki ayaklarım geriye gidiyor ama… Şaşırıyorum yaptığım hesaplara, iflah olmaz bir kırlangıcım şaşarım yollarda. Uçuyorum en tepeye, arkama bakmadan, dönmesi zor olsun diye. Hiçe saydığım ne vardı? Geride kalan kalpler mi beni aldı? Sorarım şimdi biz mi yandık? Yoksa yakan mı aldandı? Ruhum hep senin yanındaydı, sadece ufka bak, sevdiğim biri öyle yapardı. Ben o geçtiğin yollardayım, her bir yağmur tanesi şahittir ki. Ondan yağar her gün en derinime, en delimize; kaçamaz istese de. Sesler hiç kesilmesin yoksa alır başımı giderim. Yüreğim taze ekmek kokusunda huzur bulsa başka ne isterim? Sanarım sessizlik uyutur beni, kazar en dibine bu kuyuyu. Ama söylenenler susturur bu martıların sesini. Çünkü bilirler ki bu ses özgürlüğün ta kendisi. Ne yazacak şeyim kaldı, ne de tüketecek ümitlerim. Söyle şimdi neyleyim? Kimlere gideyim? Bu dertli başımı seveyim. Bilmem ben kendimi, beni bilen anlatsın şu ıssız halimi. Söz, yazacağım kelimelerin en sıcak tenlisini. Simdi ayva çiçek açmış da, bana yazı getirecek seni gerek seni! Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Sarı Sayfa

Sarı Sayfa Miranda Mart 15, 2024 Zaman sanki, beni kollarına almış ninni söylüyordu. Battaniyeler arasında sallanan bedenim sıcaklığa alıştı gittikçe, sonra ağlamayı kestim, kendimi hayatın ellerine teslim ettim. Otobüse her bindiğimde, oh be diyorum, hâla Türkiye’deki günlerimi hatırlatan bir şeyler yapıyorum, uzunca bekliyorum bir otobüsü mesela, belki gelmez diye korkuyorum, duraklarının adını bilmedigim yerlerden geçiyorum, kırmızı harfler akıp gidiyor şerit şerit, sanki hayat bana alt yazı geçiyor. Kartpostallarda adresi yazdığımız yer vardır ya hani, onun gibi işte. Gözlerim yaşarıyor sonra, gözlerim yas arıyor. Onlar bile kalbim gibi sımsıcak, sevgi kokan bir şeyler arıyor. Ne gibi şeyler, ben bile bilmiyorum. Papatyalar vardı eski yazlarda, sarısı bir ayrı kokardı. Sevgiyle koparırdık onları topraklarından, sonra sevgiyle yapraklarını yolardık, onlar kadar beyaz değildik ya, kıskanırdık. Sonra makyajımı çıkarmaya üşeniyorum, oturup ağlıyorum ben de, siyah gözyaşlarım kirpiklerimi karartıyor. Bayramlardan bir bayramdı. Ben annemle babamın bayramını en son kutladım. Bayramlardan bir bayramdı, beni kardeşim uyandırmadı sabahın beşinde. Bayramlardan bir bayramdı ve ben yalnızdım. Ama zor geliyor yaşamak, zor olmasa bile nefes almak. İşte öyle günler, otobüs yavaş yavaş giderken gideceğim yere, yetişmek için acele bile etmezken şoför, ben de durgunlaşıyorum, camdan dışarı bakıyorum. Arabam olsa kendim sürerdim diye aklımdan bile geçmiyor, bir şeyi de ben yapmayayım, bir şey de eskisi gibi kalsın. Arka koltukta kemerini takan o babasının kızı olayım. Olmaz mı? Şimdi evleri ülkeminkine benzemeyen sokaklardan birinde, bisikletli bir çocuk bana İstanbula son gidişimi hatırlatıyor. Arabadaydım, trafik vardı, sahile beş adım ötedeki bir yolda, martıların uçtuğu esintilerin, arada bir açık olan arabanın camından benim saçlarıma uğradığı bir kaldırıma yakındık. Bisikletiyle bir çocuk geçti yanımdan, gülümsedi sonra el salladı. O zaman, işte tam da o zaman karar vermiştim İstanbulla ilgili bir şeyler yazmaya, sonra kaldı, yazmadım. Keşke yazsaydım ama, nasıl hissettiğimi hatırlamayı öyle çok isterdim ki. Anılarını harflere kazıyarak yaşayan bir kız olmak istemezdim oysa. Anılar zihnimden silinerek buğulu bir hal alırken, harflerden başka saklanacak yerleri yok ama onların. Ve şimdi dönme dolap misali, hayatımın kendini tekrar edişini izliyorum yalnızca. İstanbulun denize bakan tarafında vapurların sesi inleyerek gökyüzüne karışırken, batan güneş dökülmüş beton apartmanların pencerelerinden göz kırparken bana, içimden geçen özlem hissini anlatamazdım ama kelimelerle. Siz gelecekteki bir özlemi, şimdiye yamayarak tatmanın o acı ve hazin tınısını bildiniz mi? İçimdekileri dökmediğimde boğulduğumu fark ettim. Sonra bazı bazı içime bir hüzün çökerdi. Hayatın kokusu burnuma farklı gelirdi. Cem Karaca anlardı beni o zamanlarda, martılı bir vapur sesi gelirdi şarkısının ardından, çınarlı ve kubbeli mavi bir limandan söz ederdi, dinlerdim. Bir insan çok yorgun olduğunu işte ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Fakat beni bekleme diyeceğiniz biri bile yoksa eğer karşınızda, işte o zamanları şarkılar bile acı veriyor insana. Acizliğimiz nedense gözlerimi yaşartıyor. Biz: insanoğlu, hiçbir şeye tam olarak istesek de yetemeyiz. Ne denli eksik olduğumuzu fark ettiğiniz o küçük anlarda, yerini bilmenin vermiş olduğu o çöküşü yaşıyorum sessizce ama çok sessizce. Bu üzülüşlerim, çaresizliğimin de vermiş olduğu yıkılışlara dönüşmeden önce tutunacak bir şeyler arıyorum. Tutunacak yalnızca bir şey var! Sonra ellerimi açarak haykırmak istiyorum ama kelimeler imdadıma yetişmiyor, “Sen benim ne istediğimi biliyorsun.” demek çok kolaya kaçmak olmaz mı? Yoksa nihayetinde bir anne de eninde sonunda bebeğinin acıkacağını ve onu emzirmesi gerektiğini bilir. Ama bebeğin haykırışlarla karışık ağlaması annenin onun içindekileri daha iyi hissetmesine sebebiyet vermez mi? Küçüklüğünü hatırlıyor insan yalnız kaldığında. Anılar dediğiniz şeylerin, unutulmuş bir şarkıdan farkı yok aslında. Doksanlardan kalmış bir şarkı çalar radyoda, yağmurludur hava, bir tiyatro çıkışıdır mesela. Arabaya doluşmuş, yolun kırmızılı akıcılığında dekoru, senaryoyu yahut oyuncuları tartışıyorsunuzdur. Fark ediyorsunuzdur sonra, oyunun on beş dakikasının evde yapacaklarınızı düşünmekten hiçbir kelimesini duymadığınızı. Öyle zamanların birinde, ve tiyatro dönüşünde, radyo size tüm yağmurlu günleri bir şarkıya sıkıştırmışçasına bestelenmiş eski bir şarkı çalar, bildiğiniz. Hatırlarsınız o zaman, bu şarkıyı severken ve dinlerken olduğunuz hali, yeri, zamanı. Tekrar dinlerim sanırsınız ama radyoda veya bir deniz kenarı balıkçısında çalmadıkları sürece ismi ya da sözleri hatrınıza bile gelmez. İnsan ya, sevdiğini bile unutur. Ve biz, insanlar, yine sevilmekle sonsuzluğa ereceğimizi düşünüyoruz. Hayatın sonlu yolunda hüsranla iç çekiyoruz sonra. Allahım diyorum, yardım et bana, ağlayabileyim artık, senin için, ağlayabileyim saatlerce. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Teşekkürler, Hepsi İçin

Teşekkürler, Hepsi İçin Fatma Sena Bark Mart 15, 2024 Ne çocuk ne de park çağında bir insan, yaklaştı parka usulca. Sanki yürüyor ama gittiği yönü bilmiyor gibiydi adımları. Sarsak ve tekdüze. Önündeki kaldırım taşlarının rengi değişince kaldırdı kafasını, kaşlarındaki ufak seğirme kanıtlıyordu tahminimi. Şaşkındı. Hatta buraya nasıl geldiğini sorguluyor gibiydi. Gözlerinden yakalayamadığım bir duygu geçti. O duygu her neyse bu sefer bilinçli bir şekilde salıncağa gitmesini sağladı. Dudağının sağ tarafı seğirdi. Aklından geçenleri küçümsüyor muydu yoksa inanamıyor muydu belli olmuyordu. Sessizce oturup sol bacağıyla kendini ittirerek ufak bir hız kazandırdı kendine. Çok değil, iki salınımda bir durmaya yaklaşıyor, bu hareketi sürekli tekrar etmesi gerekiyordu. Dalgındı bugün, bu akşamki havaya yakışan bir duruşu vardı. İçini kemiren neyse, kara bulutlar çökertiyordu yüreğine ama gıkı çıkmıyordu. Öylece sallanıyordu bir çocuk parkında. Hayat debdebesi bu sefer ne getirmişti tabağına, ne kadar büyük bir lokmaydı bilinmez, ama sınırlarında gezindiği belliydi. Hava mı önce bozup fırtına çıkaracak yoksa kendisinin mi dayanma gücü kalmayacak merak uyandırıyordu uzaktan bakıp izleyene. Minik adım sesleri böldü sessizliği. Usulca yaklaşıyordu salıncaklara doğru. Minik, sakin ve de çekingen. Küçük bir delikanlı geldi yanına doğru. Öylece baktı suratına. Sanki söyleyecekleri vardı ama küçük bir cesaretlendirmeye ihtiyaç duyuyordu. Kafasını kaldırınca gözleriyle konuşan bir çocuk görmek şaşırttı onu. Beklemiyordu ve bugün beklemediği daha kaç olay onu şaşırtacaktı kim bilir. Çocuğun cesaretlendirilmeye ihtiyacını o da gördü. Konuşacak mecali yok gibiydi, henüz durulmamıştı kendi kaosu. Hayırdır anlamında göz kırpıp hafifçe kafasını salladı sağa sola. Bu, küçük delikanlı için yeterliydi. Derin bir nefes aldı ufak ufak titreyen dudaklarının arasından. Kafasını yukarı kaldırıp ha yağdı ha yağacak bulutlarla kaplı gök yüzüne baktı. Utanmış mıydı? Çok geçmeden ince ve kırılgan bir ses yayıldı çocuk parkında. “Gökyüzü de ağlar mı?” Normal zamanda olsa buna vereceği cevapla, şu an içinde bulunduğu andan dolayı vereceği cevap epey farklıydı. İnsan gerçekten de şaşılacak bir varlıktı. Aynı olaya farklı duygularla bakınca nasıl da farklı yorumluyordu. Hayretti doğrusu. Çocuğun sesi havada asılı kaldı bir müddet. Kendisi uzun zamandır konuşmadığından mı yoksa ağzını açarsa çıkacakları kestiremediğinden mi olabildiğine susuyordu, orasını bence kendisi de bilmiyordu. Çocuk kendisine gereken cesareti aldığından kolaylıkla devam etti bu sefer. “Ben normalde ağlarım ama tek ağlayınca çok yalnız hissediyorum, artık eşlik edenim de yok benim. Gökyüzü bana eşlik eder mi sizce?” Onun buna verebileceği bir cevabı yoktu. Kendi içindeki mahkeme bitmemişti henüz. Kendi fırtınası kopmamışken, bu küçük çocuğa verecek cevabı da, cevabının arkasında duracak yüreği de yoktu an itibariyle. Bu küçük gerçekten en yanlış insana denk gelmiş olabilirdi. Yazıktı gerçekten. Çocuğun sorusuyla, eğdiği kafasını kaldırdı bir süre sonra. Bir cevap vermeliydi artık. Muhattabı bir cevap beklerdi. O tam ağzını açmıştı ki gök gürledi ve yağmur yağmaya başladı. İroni miydi bu? Kendisinin vereceği her cevabı sollamıştı bu olay. Gökyüzü de ağlarmış demek gibiydi bu. Bir çocuk isteyince, en içten ricalar kabul olurmuş demek gibiydi. İkisi de yağan o yağmurda ıslandı bir süre. Hiç şikayetleri de yoktu. Biraz sonra içine ilk doğan şeyi yaptı. Fıtri olanı, aklına yatmasını beklemeden içinden geldiği gibi hareket etti. Ayağa kalktı, yolda yürürken gözüne takılan ve sebebini kestiremediği bir dürtü ile cebine attığı taşı çıkarttı. Gözleri, taşın üzerine sonradan çizildiği belli olan gülen yüzde gezindi birkaç saniye, sonra elini çocuğa uzattı. Küçük delikanlı önce avucunda duran taşa, sonra taşı tutan elin sahibine baktı. Gözlerini bile kırpmadan ta en içine. Çocuk zaten bir açıklamaya gerek olmadan gözleriyle konuşuyordu geldiğinden beri. Kör olmak falan gerekirdi onu anlamamak için. Kendisi sebeplerle ilgilenmiyordu. Belki bu taş, çocuğa bu anı ve ağlamanın normal olduğunu hatırlatacaktı. Belki artık yanında kimse yoksa, ağlamak istediğinde gökyüzünün ona eşlik edeceğini anımsatacaktı. Belki de artık yanında olmadığını düşündüğü bu taştı, belki bu taş başından beri bu küçüğe aitti. Havanın bozacağını bilmesine rağmen onu sokağa çıkartıp parka getiren de buydu belki. Ama yüzünden okunduğu üzere pek ilgilenmiyordu ne sebebiyle ne de tahminlerin çokluğuyla. Buradalar işte, yağan yağmurun altında bu akşam bu parktaydılar. Çocuk taşı alıp kafasını aşağı yukarı sallayarak vedalaştı bu yabancıyla. Arkasını döndü ve o ufak adımlarıyla geldiği gibi gidiyordu. Çocuğun gidişine baktı bir süre, sonrasında da gökyüzüne. Acaba çocuğun sorusunu mu düşünüyor diye merak ettim. Sanki o da talep ediyordu gökyüzünün kendisine eşlik etmesini. Eşlik etse bırakır mıydı kendini? Ona bakınca aklımdan şu mısralar geçiyordu istemsiz ‘Baka kalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde erkeklik var, ağlayamam.’ Onu tutan, ağlatmayan gurur muydu bilmiyorum ama şu an bıraksa bırakır gibi duruyordu. Öyle bir dolmuşluk hissediyordum kendisinden. Ama görebiliyordum, tutacaktı kendini. Yine, her zamanki gibi. Uzaklaşan adım seslerine tezat koşuşturan bir adım sesi duyuldu. Sanki kovalayanı varmış gibi yağmura aldırmadan koşuyordu minik adımlar. Birkaç adım sendeletecek bir hızla geri gelmişti giden minik ayaklar. Gözlerini bacaklarına çevirdiğinde küçük delikanlıyı gördü. Geri gelmişti koşarak. Önce sıkı sıkı sarıldı bacağına. Sonra kafasını kaldırdı ve fısıldayarak şöyle dedi. “Hepsi için teşekkürler”. Nelere teşekkür ediyordu bu küçük? Bu gece yaşadıklarının hangileri o ‘hepsi’nin içine giriyordu? Bakış açısı enterasan bir güçtü. Küçük bir taş, dertli olduğu belli olan bir delikanlıyı bir yabancıya sarılmaya yetecek mutluluk yayabiliyor, hüzünlü çehresine bir tebessüm kondurabiliyordu. Çocuğun bakışlarında ne gördü, neyi hatırlattı ona, içindeki fırtınaya ne gibi bir etkide bulundu her zaman bir soru işareti olarak kalacak. Çünkü o ağzını açıp tek kelime etmedi bu yaşananların hiçbir anında. Sadece yağmurlu bir akşamda, bir çocuk parkında bakış açısı değiştiren bir anıları vardı artık. Kolaylıkla unutulmayacak duygular fitilleyen bir anı. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Adalet

Adalet Ayşe Zehra Erdoğan Şubat 15, 2024 Onlar için adalet üç heceden ibaretti. Köşe bucak kaçtıkları sokaklardı. Susmaktı, susturmaktı adalet. Şu üç kuruşluk dünya için şerefini satmaktı. Fakat ilahi adalet de vardı elbet. İşte o adaletten kaçamazsın. Nereye kaçarsan kaç yakalanırsın. Adalet üç hece olmaktan çıktı şimdi… Kimse susmayacak, susturamayacaktı bizi. Sonsuz mutluluk yakındı şimdi… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Hayatın Değeri

Hayatın Değeri Miranda Şubat 15, 2024 Yaşlı adam sonbaharın getirdiği esintileri dinliyor, yaprakların hışırtısıyla birlikte içinde yeni hisler doğuyordu. Yaşlı adam torununa baktı. Genç, üşüdüğü için içeri girmişti. Sobaya birkaç odun ekliyor, sobanın odayı ısıtması için yıpranmış ve oldukça eski olan gazete kupürlerini sobaya atıyordu. Henüz on iki yaşında olmasına rağmen her hafta sonu dedesinin yanına gelir ve ona yardım ederdi. Dedesi, ona göre epey yaşlı idi. Sobanın üst kısmına demliği koydu ve çaydanlığın kapağını kapattı. Sobanın alt kısmındaki közlenmiş patatesleri çıkartıp bir tepsiye koydu. Bir aralık dedesine baktı. Dedesi dışarıda bir adamla konuşuyor, konuşurken gülüyor, arada bir hülyalara dalıyordu. Bir an dedesinin yüzü epey bir soldu ve kaşları havaya kalktı. Şimdi o sevecen bakışların yerini bir ciddilik, bir hüsran almıştı. Adam, yaşlı adama bir zarf uzattıktan sonra gitti. Çocuk merakla dükkândan çıkıp dedesinin yanına doğru ilerledi: – Ne oldu dedeciğim? Bir şeye mi üzüldün? Yoksa o adam sana kötü bir şey mi söyledi? Dedesi çocuğun yüzüne bakmadan: – Çay koy çocuğum, çay koy, dedi – Patatesleri de getireyim mi? – Masanın üstündeki helvayı getirsen daha iyi olur. Çocuk bir koşu gidip dükkâna ve ahşap masanın üzerindeki tepsiyi alıp üzerine bardakları yerleştirdi. Ardından çaydanlığı da tepsiye koydu. Plastik bir çekmeceden yaklaşık kırk yıllık olan antika çay kaşıkları çıkartıp bardakların içine bıraktı. En alt bölmeden ise dört adet kesme şeker aldı ve dedesinin yanına gitti. Ceviz kakma taburelerden birini çekti ve oturdu. Kasvetli rüzgâr saçlarını geriye savurdu. Şimdi çocuğun beyaz yüzü daha iyi görülebiliyordu: – Dedeciğim içeride içseydik çayı. Bak hava soğuk, hasta olacaksın. Bunları söylerken çayı bardaklara dolduruyordu. Çayın buğusu ise havada süzülüp kayboldu. Yaşlı adam soğuk rüzgârdan dolayı dolmuş gözlerini kapattı ve açtı. – Bu hayat çay gibi evlat. Kimisi açık içer kimisi demli. Çocuk dedesinin yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu. “Yine eski anılara daldı, herhalde yaşlılığın belirtileri” dedi içinden. – Bazıları çayın yanına pasta ister, helva ister, bunlar arkadaşlardır. Hayatında arkadaşların olmalı, çayın yanında iyi giderler. Bazıları şekeri tercih eder, insanlarla iç içe olmak isterler. Şeker yakın akrabadır, komşu, dost. Kimisi ne şeker ister ne tatlı bir şey. Onlar yalnızdırlar, kimsesiz, tek başına. Bazıları ömrü bitmesin ister, çayı yavaş içerler ama onlar hayatın güzelliklerinden yoksun kalırlar. Çay o zamana kadar soğur, acı bir hal alır. Kimisi ise çayı hızlı içer, onlar da hayatın tadına varamazlar. Aslında ne olursa olsun, istersen çayı yavaş iç, istersen hızlı, çay eninde sonunda biter. Geriye ne mi kalır? Birkaç çay tanesi… Senden kalanlar, hatıralar, yaşananlar, geride bıraktıkların… Ve en son da bardaklar da yıkanır ve yeni insanlar temiz bardaklarda çay içerler. Çocuk dedesini merakla dinliyor fakat ne dediğini pek anlayamıyordu. Dedesi devam etti: – Çayı neden mi dükkânda değil de bu soğuk havada içiyoruz? Çünkü çay soğuk havada içilince daha anlamlıdır. Çayın değeri soğuk havada anlaşılır. Sen daha çayının ilk yudumlarındasın. Çayının değerini bil evlat, çayının değerini bil… Yaşlı adam bunları söyledikten sonra: – Arkadaşım vefat etmiş, askerlik arkadaşım, yakın dostum, dedi ve kalktı. Çocuk dedesine: – Çayın, dedi. Çayını içmeyecek misin? Dedesi damarlı ve pürüzlü elini havaya kaldırıp: – Çayın yanında şeker olmazsa çay acı olur, dedi ve uzun taş kaldırım yolun sonunda küçülüp kayboldu… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Baba Ayranı

Baba Ayranı Miranda Ocak 15, 2024 Değişen hayatıma bakıyorum. Gelip geçen adımların arasında zihnim kayboluyor. Büyüdüğüne üzülürmüş insan. Bazen ikindi vaktinde, içime bir ağırlık çöktüğünde güneşe bakıyorum. Batıp yavaşça yok oluyor. Belki de güneşin batışına üzülüyorum. Belki de güneş hayatımızın tam merkezinde olmasına rağmen, her gün onunla uyanmamıza, her gün onunla olmamıza rağmen onu yalnızca batarken hayranlıkla izleyişimiz, içimizin gidişi canımı yakıyor. Güneşin değerini bile giderken anlayan insan, hep bu ihtiyarlık acısıyla mı ağlar durur? Ağladığımız şey geçip gitmesi bir şeylerin ve bir şeylerin geçip gittiğini fark etmek değil mi? Çok şey değişiyor: biz büyüyoruz, biz de değişiyoruz, sonra bir gün her şeyin o değişmemiş halini görünce yüreğimiz kan ağlıyor. Geçen zamana ağlıyoruz. Babamla annemi hatırlıyorum böyle zamanlarda. Hatırlamak kolay değil ama. İnsan unutmam dediği şeyleri bile unutuyor, eski kırmızı kapaklı bir defterin sarı gazete kokan sayfalarına o gün kendinden bir şeyler yazmadıysan, unutmam dediklerini de unutuyorsun işte. Delilik olsa gerek, kelimelerle takvimini tutmak hayatının. Fakat delilikler zinde tutuyor içimdeki çılgını. İçimdeki çılgın da olmasa, ben napardım ki…Neyse ne diyordum, içim kan ağlarken annemleri düşünmeye çalıştığım zamanların birinde, aklıma babamın yoğurdu pek sevdiği geldi. Evde yemek olmayagörsün, ben bir yoğurtla doyarım der, onu bir de tahta bir kaşıkla içine somun ekmek doğrayarak yedi mi pek canım çekerdi. Ben onu izlerdim, küçük boyumun yetiştiği kadar yere değerdi ayaklarım. Mutfağın sandalyesi o an en güzel yer olurdu babamı izlemek için. O bana da vermek isterdi her defasında. İnat eder başta yemez, sonra bir kaşık denedim mi yoğurdun dibini ben sıyırırdım. Babam bilirdi ama bu huyumu, o yüzden nazıma gider, bana da mutlaka yedirirdi. Bir kız çocuğunun en güzel anları değil midir babasının korumasında olmak, babasının canım kızım’ı olmak… Sonra o mutfak masaları gitti, anne yoğurtları da gitti hatta somon ekmekler bile gitti. Şimdi marketin birinde hangi yoğurdu alsam anneminkine benzer diye düşünürken raflardan gelen ışık, yüzümü bir vampir gibi aydınlatırken, hiçbirinin annemin yoğurdu gibi olmayacağını bilerek ama yine de umut ederek birini alıyorum sessizce. Somun ekmek bile kalmamış, tüm ekmekler babamın baba kokan ellerinde koparılıp verilemeyecek kadar dilim dilim ve tatsız. Şimdi hatırladım da, bahçede saksılara diktiğimiz yeşil soğanlardan da bir tutam koparırdık yoğurdun yanına. Sonra bazenleri babam bir kasenin içinde yoğurdu çırpar biraz tuz koyar ama reçel katılığında bırakır, sonra bir isim uydururdu yaptığı şeye. “Baba ayranı” diyordu buna. Baba ayranını annem yapsa tadı tutmazdı. Ne komikti bir insanın bir yemeği çırpışındaki farklılığın bile o şeyin tadını değiştirebilme gücünün olması. İşte o bir çırpıda yaptığı baba ayranını ben şimdi yapsam, aynı tadı alamam. Hele bir yoğurt size babayı hatırlatır mı demeyin, insan birini özlemeye görsün, her baktığı yerde onu hatırlar. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Oblomovka Hastalığı

Oblomovka Hastalığı Bilal Uygur Ocak 15, 2024 Birçoğunuzun bu hastalığı daha önce duymadığına eminim. Zaten bu hastalığın resmi olarak kayıtlarda geçtiğini bile zannetmiyorum. İvan Gonçarov, yazmış olduğu “Oblomov” eserinde bu hastalıktan bahseder. Bu hastalığa yakalanıp yakalanmamak bizim elimizde, o yüzden yakalanmamaya dikkat etmek lazım. Şimdi neymiş bu hastalık bir göz atalım. Rusya’da yaşayan eğitim görmüş ve toprak sahibi bir şahsiyet olan Oblomov, hep sakin ve tantanasız bir hayat yaşamayı hayal eder. Yaşantısı tamamen rahatlık üzerine kuruludur ve evi düzensizlik içerisindedir. Bunun yanısıra sahip olduğu topraklarda bazı sorunlar çıkar. Bu sorunlarının bilincinde olup yerinden kalkıp bir seyler yapmasi gerektiğinin de gayet farkındadır. Fakat harekete geçmeye gelince kılını kıpırdatamaz. Her gün öğlen saatlerine kadar uyur ve tüm gününü sadece yapması gereken şeyleri düşünerek geçirir. Sonuç olarak bir şey yapamadan günler gelir geçer. Ştoltz ise Oblomov’ un en iyi arkadaşı olup sürekli çalışan, her konuda bilgi sahibi, kültürlü ve idealleri olan bir şahsiyettir. Çalışmayı ve öğrenmeyi adet edinen Ştoltz, hayatının her anında gezer, çalışır ve didinir. Ailesini göz ardı etmez ve çevresindekileri de hareketlendirmeye çalışır. Gayretli olması hasebiyle değerli arkadaşını bulunduğu bu durumdan kurtarmak için elinden geleni yapar. Oblomov’u gezmeye götürür, farklı insanlarla tanıştırır. Hayatına yeni heyecanlar katmak için çabalar. Dostunu Oblomovka Hastalığı diye adlandırdığı bu hastalıktan kurtarmak için elinden geleni yapar ve nefsine karşı güçlenmesine yardımcı olmaya çalışır. Aslında herkesin içinde bir Oblomov ve bir Ştoltz yok mudur? İçimizdeki bu tembellik ve üretkenlik sürekli bir çatışma içinde değil midir? Birçok insan hayatındaki seçimlerini gozden gecirip bu savaşın galibi olurken, Oblomov yerinden kıpırdamak istemez çünkü bulunduğu yerden memnundur. Her ne kadar her şeyin farkında ise de ilk adımı atmaya her daim üşenir. Ştoltz ise tam tersidir. İdealleri için hiçbir zaman harekete geçmekten geri durmaz. Üşenmeye dahi zamanı yoktur. Bu yolda ilerlerken sadece kendisi için değil, aynı zamanda çevresindekileri de kendi doğrularını bulmaları için harekete geçirmeye çalışır. En nihayetinde, insanin icindeki bu ikilemde hangisinin sözüne kulak vereceği kendisine kalmıştır. Oblomovka hastalığına yakalanmamanız dileğiyle… Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Sizsizken Ben

Sizsizken Ben Miranda Aralık 15, 2023 Toz bulutu gibi kaybolan ruhların dolaştığı sokakta, takım elbiselerini camları her daim temiz olan mağazalardan almış olan insanların koşuşturma dolu adımları kaldırımların kareleri arasında hızla ilerlerken ufukta doğan güneş, okyanusun gri dalgalarına kendi yansımasını hafifçe bırakıyor. Adının ne olduğunu bilmediğim kuşlar gökyüzünde kanat çırparken gökdelenler bulutların içine doğru yükselip, başlarını sisin içinde kaybediyorlar. Kendimi gökdelenler kadar kayıp hissediyorum. Martı sandığım beyaz bir uçak, New York’ un kasvetli gökyüzünde süzülürken, içimden o uçağa binip gitmek istemenin verdiği özlem hissini kovmaya çalışıyorum. Yanaklarımın soğuk havada elma şekeri gibi kıpkırmızı olduğunu biliyorum. Atkım olsaydı boynuma sarardım burnuma kadar çekerdim, ağzımı kimse görmüyor diye fısıldayarak bir şarkı söylerdim. Hangi şarkıyı söylerdim acaba, ağlar mıydım sonra? Belki peçetem yok diye ağlamaya çekinirdim. Biri sarılamazdı oysa bana ağladığımda, ağlamaya korkardım bu yüzden. Yoksa korkmaz mıydım? Tüm bunları düşünmeye lüzum yok, çünkü yanımda atkım yok. İnsan yeni yerlere gittiğinde yeni benlikler bulmaya çalışıyor, kendini yeniden parçalıyor yeniden yapıyordu. Legolar gibiydik sanki, sanki içimizdeki çocuk en kusursuz halimizi bulana kadar baştan dizecekti tüm parçalarımızı. Ben şimdi kaçıncı yıkılışımdaydım bilmiyorum. Ama her birleşmemde yeniden doğuyorum, milyon kez daha yıkılacağımı bilerek. Ülkemden gitmeden önce, kokusunu içime çekip gözlerimi kapatmıştım. Bir anı akla kazımanın en iyi yolunun bu olduğunu söylemişti kardeşim. Olmadı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Zihnim tüm anılarımı saklıyor kendinden. Hatırlarsam üzüleceğim, gözüm yaş yaş olacak. Bir ülkeyi hatırlamak, kahve koklamak kadar eşsiz bir tada sahip sanki. Hani kahveyi koklamak bile içmişsin kadar yapar ya insanı. Sanki hatırlamak bile gitmişsin kadar yapacak seni. Ülkeler ve kahvelerin aynılaştığı başka bir yer varsa, o da kahvelerin de ülkeleri düşünmenin de insanı geceleri uyutmadığıdır. Uyutsaydı, bu bir okyanus ötesi ülkedeki Boşnak çorbacısının sahibi, çat pat Türkçe konuşan güler yüzlü adam bile “Ayakta uyursun sen.” demezdi bana. Gülümsemiştim o zaman, “Üç saat uyudum, o kadar belli mi?” “Gözlerin gidiyor senin.” Gözlerim gidiyor benim, çok başka, uzak ülkelere. Gözlerim gidiyor benim, uzaktaki, sıcak kalplere. Gözlerim gidiyor… Adımlarımı sayıyorum, sekiz bin altı yüz altmış yedi adım. Biraz daha yürü, biraz daha… Yorgun argın eve geliyorum, kimse yok. “Ben geldiiiiim” diyor içimden bir ses. Kaburgalarıma çarpıyor ses dalgaları, sonra yankı yankı yükseliyor içimden. Merdivenlerden çıkıyorum yarım adımlarla. Duvarlara sürüyorum çantamın sol köşesini. Şşşşşşt diye bir ses çıkarıyor duvar. Sus der gibi. Ben de susuyorum. Zaten susmak, bu ülkede çok kolay. Zaman zaman annemsiz bir hayat düşünüyorum, babamsız bir hayat, o zaman ağlayasım geliyor. Çok kayıp hissediyorum. Sanki yaşamak çok zor, hayat çok kasvetli. Bazen yazmak bile anlamsızlaşıyor, dediklerim denmiş, söylediklerim çoktan başkaları tarafından söylenmiş gibi geliyor. Soğuk havalarda üşüdüğümde, kimse umursamıyor. O zaman anlıyorum yalnız olduğumu. Rüzgar bana kıyamayıp yavaş esiyor. Kendimi bulutlara emanet ediyorum. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan
Reçel Kavanozu

Reçel Kavanozu Miranda Kasım 15, 2023 Pencereden gelen ışık bütün parlaklığıyla koyu renk perdelere rest çekiyor, göz kırpışları andıran parlak ışınları, girebileceği her huzmeden süzülüyordu. Odamın duvarına yansıyan vişne ağacının gölgesi, öğleye kadar beni yalnız bırakmayacağını göstermek için gittikçe koyulaşıyordu. Masamın üstünde duran kitaplarım, tavana doğru iki yüzü de açık duracak şekilde avuçlarını göğe kaldırıp dileyen çocuklar kadar temizdiler. Kalemlerim ağızları açık unutulduğundan kelimesiz kalmışlardı adeta. Akşamdan yakmış olduğum şeftali kokulu mum sönmüş, eriyen tarafları dün esen kasvetli rüzgârın kükreyişlerinin izini almıştı. Oturduğum koltuktan doğruldum. Üzerime giydiğim mürdüm rengindeki elbisenin kırış kırış olan pililerini sanki düzeleceklermiş gibi ellerimle çırptım. Yüzüm akşamdan kalan gözyaşlarımla iyice sertleşmiş, kurumuştu. Ev bomboş olmasına rağmen sanki birini uyandırmaktan çekinircesine ürkek adımlarla banyoya doğru gittim. Yüzüme baktım, yorgundu gözlerim. Geceyle teselli bulup uyumaya çalışırken geceyi uyutmuştum yakarışlarımla. Sonra da sabahın koynuna bırakmıştım kendi ellerimle onu. Dün akşam, gecenin de gözyaşlarının olduğunu fark ettim. Yıldızların, gecenin koyu mavi yanağından tek tek süzülüşünü izledim. Birden daldığım bu derin hülyadan irkilerek çıkıyorum. Kendime kızıyorum sonra, kitaplığımda duran çerçeveyi düşürmüşüm. Geri kaldırmaya gönlüm el vermiyor. Huzursuzca kıvranıyorum odamda. Sanki iznim yokmuş gibi dışarı çıkmaya, dört duvar arasında dolanıyorum. Birazdan kendime geliyorum. Birkaç güvercin konuyor penceremin beyaz pervazına. Ürkütmeden bakayım derken, onları da kaçırıyorum. Ah..! Ne çok şey kaçırmışım meğer şu geçen seneler boyunca. Kalbim tüm odaları boş olan bir misafirhane ve ben o boş odalarda bir tanıdık yüz bulmak umuduyla, çaresizce geziniyorum. Bağırıyorum, adını haykırıyorum herkesin, “Kimse yok mu?” diyorum. Ve beklemekten yorulup kapılarını açık bırakıyorum, belki gelen olur diye. Açık kapılarıyla kalbim; oracıkta kurumaya yüz tutmuş bir çiçek gibi tek bir ses arıyor tanıdık gelen kulağa. Şimdilerde insanlar gidiyor, göçüyor yüreğimden. Ne çok hoşçakal biriktirdim içimde. Ne çok vedanın ucu dokundu… Derme çatma bir kulübeyim, bekliyorum oracıkta. Kitaplarımı yerine yerleştiriyorum. Halımın üstünde sürünen eflatun renkli yorganımı katlıyorum. Mutfağa doğru gidiyorum. Bir haftadır doğru dürüst bir şey yemedim. Saatlerce gibi gelen dakikalar boyu hissiz gözlerle bakıyorum fırının yağlı kapağından yansıyan içler acısı halime. Annem de beni bırakıp gittiğinden beri pencereleri açmaya cesaret edememiş, temiz havanın ciğerlerimi doldurmasına izin vermemiştim. Annem. Elim titriyor. Bir cezve çıkartıp kendime kahve yapıyorum. Suyun kaynayan sesi mutfağın o cansız havasını birden unutturuyor. Oyalanacak bir şeyler arıyorum. Saçlarımın kahverengi buklelerini tel tokamla tutturuyorum. Gökyüzünün grileşen kasvetli havası, güneş ışığının değdiği yerleri gölgeli battaniyesiyle yavaşça kapatmaya başlıyor. Kahvemi ucu kırık eski bir fincana dolduruyorum. Birkaç yudum alıp bırakıyorum. Şeker koymayı unutmuşum tadı çok acı. Yine de bitiriyorum. Dolabı açıp yiyecek bir şeyler bakınıyorum. Dalgınca sanki bu dünyaya ait değilmişim gibi öylece kalıyorum. Sonra dolabın en arkasında beni bu hissiz, bu acınası halimden kurtaran bir şey görüyorum. Küçük cam bir kavanoz. Sanki kurtarılması gereken bir kazazedeymiş gibi hızlıca onu dolabın en arkasından alıyorum. Kavanozun benekli kapağında adım yazıyor. Annemin yazısı. Uzun bir süre donakalıyorum. Hatırlıyorum; her yaz annemle kışa hazırlık yapardık. Bir sürü meyve toplardık bahçemizden, sonra da kaynatırdık. Aklıma kahkahalarımızın mazide kalmış tınısı geliyor. Kendi kendime gülümsüyorum. Sonra kavanozun kapağını anneme son kez veda ediyormuş gibi dikkatle açıyorum. Vişne reçelinin keskin kokusu tüm mutfağa yayılıyor. Ve mutfak baştan aşağı annem kokuyor. Annemin gülüşü kokuyor her yer. Annemin sesi sarmalıyor etrafı. Gözlerim kalan son yaşlarını annemin kokusuna veriyor. Birazdan kapı çalacakmış ve gelecekmiş gibi sessizce bekliyorum. Uzun bir süre sonra kendimi bu tepetaklak olmuş halimden kurtarmak için ayağa kalkıyorum. Reçel kavanozunu şimdilik unutulması gereken bir anıymış gibi eski yerine kaldırıyorum. Üzerimdeki mürdüm rengi annemin elbisesi gözyaşlarımı, teselli etmek için eteklerinde biriktiriyor. Keşke ben de diyorum, mutluluklarımı aynı annem gibi kavanoz kavanoz biriktirsem sonra saklasam… Hani lazım olursa kullanabilsem, keşke diyorum… Keşkeler biriktiriyorum içimde. Odama gidiyorum. Kimse aramıyor, kimse çalmıyor kapımı. Kimse sormuyor iyi olup olmadığımı. Ve ben bu yalnız, bu histerik halimle kitaplığımda düşmüş olan çerçeveyi düzeltiyorum. Annem fotoğraftan gülümsüyor bana, ben de ona gülüşlerimden en güzelini ikram ediyorum. Hiç geçmeyecek sandığım günlerin geçişini izliyorum… Hava kararıyor Güneş, ışığını aya bırakıyor Gök, mavisini denize Lakin bırakamıyor insan sevgisini Başka bir insana. Arkadaşlarınızla paylaşmak için… Diğer Yazılarımıza da Göz Atın Şebnem Ferah Sanat & Kültür Hindistan