Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale)

Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale) Betül Tosun Nisan 15, 2024 Kitap Özeti Damızlık Kızın Öyküsü, Kanadalı yazar Margaret Atwood tarafından yazılmış distopik bir romandır. Kitap, her şeyi kontrol altına alan bir rejimin altında bulunan Gilead adındaki bir toplumda kadınların sadece üreme amaçlı kullanıldığı bir kurgusal dönemde geçmektedir. Başkahramanımız Offred, bir “Damızlık” olarak tanımlanan kadınlardan biridir ve rejimin liderleriyle üreme görevini yerine getirmek üzere atanmıştır. Hikaye, Offred’in geçmişine ve şu an yaşadığı gerçekliğe dair hatıralar arasında gidip gelirken, onun kadınların toplumdaki yerlerini, söz haklarını, özgürlüklerini ve bireysel kimliklerini sorgular. Kitap, politik, toplumsal ve cinsiyet temalarını derinlemesine ele alırken, okuyucularını düşündürmeyi ve sorgulatmayı hedefler. Yazarın Biyografisi Margaret Atwood, Kanada’da doğup büyüyen bir yazardır. Yazma ile yolculuğu beş yaşında başlamış ve yüksek lisansını İngilizce edebiyatı üzerinde yapmıştır. Bir feminist bakış açısı ile yazan Atwood, kitaplarında yeni başlangıçlar ve rol değişimleri hakkındaki temalara yer verir. Yazdığı kitapların hepsi de dünya ve çevresindeki insanlarla ilişkilerini sorgulayan kadınlar odaklıdır. Sadece kitap değil, aynı zamanda kısa öyküler, şiirler, çocuk kitapları ve tiyatro da yazmaktadır. Gösterdiği başarıya binaen yazar, hem Kanada’daki hem de Amerika’daki üniversitelerde İngilizce edebiyatı anlatmaktadır. Margaret Atwood, 2016 yılında PEN Pinter Prize ödülü kazanmıştır. Kitabın İncelemesi Eğer geleceği fazla detayla anlatabilirsek, belki gerçekleşmez. Bu düşünceyle Margaret Atwood “Damızlık Kızın Öyküsü”nü kaleme aldı. İlk önce bir insan, sonra bir kadın olarak bu roman beni bir gerilim filminin korkutamayacağı gibi korkuttu, çünkü gerçekçiydi. Her yazdığımız veya yazmadığımız kural, her cezasız bıraktığımız suçla, böyle bir geleceğe yaklaşıyorduk. ABD ve Türkiye dahil olmak üzere, nice ülkelerde bu gerçeği yaşayan kadın, çocuk ve adam yok muydu? Atwood bu kitabı yazarken hiçbir kurgu kullanmadığını söylüyor. Yazdığı her olay tarihin bir köşesinde gerçekleşmişti. Bunun farkındalığıyla bu kitabı okumak gerekiyor aslında. İlk sayfadan itibaren, Offred özgürlük hakkındaki düşünceleriyle beni mest etti. Elindekileri kaybedince kıymetini anladı ve bana da bir sabah kahvesinin, banka hesabı açabilmenin, evinden çıkıp alışveriş yapabilmenin, çalışıp kendi maaşını kazanabilmenin kıymetini hatırlattı. Offred’in hapishanesinde özgürlüğün tadını aldım. Daha ilk sayfalardayken bir pencereden bakmanın aslında özgürlüğü ne kadar tatlı kıldığını hissettim. Ben de Offred’in hikayesiyle bugüne kadar varsaydığım tüm özgürlüklerimi tekrar hatırlamış oldum. Bu roman aynı zamanda bir toplumda az bir mükafata karşı oluşabilecek kayıtsızlığı gösteriyor. Offred bile Nick’le olan ilişkisinin sayesinde sisteme alışıyor ve kendi çapında mutlu oluyor. Bir insanın sayılı güzelliklerle dehşet durumlara razı olabileceğini gösteriyor aslında. Okurken içimde bağıra bağıra durdum – tüm bu damızlık kadınlar birleşip onların üzerine kurulmuş bu sisteme karşı çıksalar, tüm sistem çökerdi.  Ama olmadı; kadınlar, korkularına yenik düşüp bu hayata alıştıklarından ve psikolojilerini korumak için tüm bu şartlara razı olduklarından, hiçbir şey değişmiyordu. Offred, isyana meyilli olmasına rağmen, hayat koşulları onu biraz olsa da memnun ettiğinde, çok kısıtlı bir özgürlüğe bile razı oldu. Aslında günümüzdeki olaylara aynı gözle bakabiliriz. İnsan, çok ağır şartlara hızla alışabiliyor çünkü adapte olmak fıtratımızın bir parçası. Ama bundan dolayı kayıtsız kaldığımız daha ne kadar sıkıntı var? Devletlerimizdeki sağlık, eğitim, ekonomi sistemlerinde onlarca kişi mağdur kalırken, nelerden eksik kaldığımızın farkında mıyız? Aslında daha fazla kişi için daha verimli, mutlu, güzel günler yaşayabilirken, sisteme alıştığımız ve razı olduğumuzdan dolayı hepsinden eksik kalıyoruz. “Damızlık Kızın Öyküsü” de tam olarak bunu anlatmaya çalışıyor. Şartları zorlayıp, rahatlık alanımızdan çıkaran daha güzel günlere kendimizi itmeliyiz. Yoksa gün gelir ve bir küçük odaya, az bir yemeğe ve kısıtlı bir özgürlüğe razı oluruz. “Gazetelerde adı geçmeyen insanlardık. Baskının kenarındaki beyaz boşluklarda yaşardık. Bu bize daha fazla özgürlük verdi.” “Lydia Teyze şöyle dedi: ‘Bir çeşit özgürlük yoktur. Edinme özgürlüğü ve kurtulma özgürlüğü. Anarşi günlerinde, edinme özgürlüğüydü. Şimdi size kurtulma özgürlüğü veriliyor. Onu küçümsemeyin.’” “Nolite te bastardes carborundorum. O zalimlerin seni ezmelerine izin verme.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Kasım Kütüphanesi

Kasım Kütüphanesi Betül Tosun Kasım 15, 2023 Çile Necip Fazıl Kısakürek “Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!Islak bir yorgan gibi, sımsıkı görüneyim;Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları” Özet Çile hepimizin hayatında olan bir kelime. Bazen gözyaşlarımızın sebebi, düşlerimizin nedeni, bazen ise bizim kaçtığımız bir haberci. Küçüğünden büyüğüne, fark ettiklerimizden fark edemediklerimize, bir çok konuyu ele alıp kelimelerle mısralarına döken Necip Fazıl’ın şaheserlerinden bir tanesi. Çile kitabı Necip Fazıl’ın şairlik döneminden ulaşan bir çok şiirini bulundurmaktadır. İnsanların iç dünyasını, kendi düşüncelerini ve isteklerini, sosyo-ekonomik yaşantıların etkisini, bizim fark edip ama aslında dile getiremediğimiz bir çok şeyi anlatır. İnceleme Açıkçası düşünmeden edemiyorum. Ne zaman Necip Fazıl’ı okusam kendimi ya kelimelerin içinde kaybolmuş ya da kağıtları karıştırırken buluyorum. “Keşke bitmeseydi” dediğim kitaplardan bir tanesi. Aslında bu kitap daha uzun bir yorum değerinde ama ben çok uzun tutmayacağım. Bu değeri sizin keşfetmenizi istiyorum. Ben bu kitaba bir göz olarak bakıyorum. İnsanın içinde hep var olan göz. Onunla beraber bir yolculuğa çıkıyoruz. Sanırım bazı şeyleri görebilmek için ikiden fazla göze ihtiyacımız oluyor. Bazen bir yaprağın düşüşünü, bir araba tekerinin patlamasını ve bize anlatmaya çalıştıklarını bu gözle fark edebileceğimize inanıyorum. Bizim zannettiğimiz küçükler bazen hiç bilemeyeceğimiz bir anahtara gebe olabilir. “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,Dev sancılarımın budur kaynağı!” Yusuf ile Züleyha Nazan Bekiroğlu “Sadece, Rabbim sen en iyisini bilirsin, dedi. Sen en iyisini bilirsin ve böyle olduysa, böyle olması gerekiyor demektir. Sana teslimim.” Özet Güzelliğin ve iffetin sembolü, Yakub’un biricik Yusuf’unun perspektifinden onlarca kez duyduğumuz o hikayeyi bu sefer de güzelliğin ve arzunun sembolü Züleyha’nın duygularıyla birlikte okuyoruz. Kurdun, kuyunun, aynanın sözcüklerine kadar her detayıyla ve kalemiyle insanı içine çeken bu hikaye, Yusuf’un gördüğü sırlı bir rüya ile başlar. Kardeş kıskançlığı ve ihanet, iftira ve esaret, sabır ve sultanlık, rüyalar ve sırlarla dolu bu Kur’an-ı Kerim’den kıssa, nefsine sahip çıkamayıp imtihanını geçemeyen bir kalple, iftiraya uğradığında bile sabredip Rabbine sığınan bir kalbin farkını anlatır. İnceleme Duyarak büyüdüğümüz, Kuran’dan bir kıssa olan bu hikayenin romanlaşmış hali beni içerdiği sırlı sözlerle çok etkilemişti. Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu? Kurgu olan kısımları hikayenin aslından bir şey çalar mı, yoksa tefsir gibi ekler mi? Kuyunun, kurdun dile gelmesi, hikayeye Züleyha’nın bakış açısıyla bakmak, Yusuf’un masumiyetini detaylı okumak hikayenin mesajını anlamaya yardım etmez mi? Zaten Kuran’daki kıssaların amacı da küfürle insanın ezelden gelen savaşında insana kılavuzluk yapmak değil midir? “Sarsılıyor kalbim yedi yerinden, bunca sarsıntıyı ben kazasız belasız nasıl geçeyim?” Gurur ve Önyargı Jane Austen “Nasıl da küçük düşürücü..! Âşık olsaydım bundan daha sefil bir körlük içinde olamazdım. Ama aptalca hatam aşk değil gurur oldu. Daha tanışır tanışmaz birinin tercihi olmaktan hoşlandım, öteki tarafından ihmal edildiğime gücendim; her ikisi hakkında da önyargılı ve cahilce davrandım, aklı bir kenara bıraktım. Meğer bu ana kadar kendimi tanımıyormuşum.”“Bu dünyada ne saadet vardır, ne de bedbahtlık. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimsenin en büyük saadeti hissetmeye gücü yeter.” Özet İngiltere’de 19. yüzyılın başına geri dönüyoruz. Bu dönemde, bir kadının ayakta kalabilmesi genellikle zengin bir aileye mensup olmasını veya kendine zengin bir eş bulmasını gerektiriyordu. Bayan Bennet, bekar beş genç kızın maddi gelecekleriyle başa çıkma endişesi içindeyken, Meryton kasabasına iki varlıklı beyefendinin geldiğini duyduğunda hemen planlarını yapar. Cana yakın Bay Bingley, hemen en büyük Bennet kızı Jane’e ilgi gösterirken, gururlu Bay Darcy ise ilk bakışta ikinci büyük Bennet kızı olan inatçı Elizabeth ile çatışmaya başlar. Darcy ve Elizabeth arasındaki gurur ve ekonomik statüye dair önyargılar sürekli bir çatışmaya neden olur, ancak onları değiştirecek daha büyük bir güç vardır. “Gurur ve Önyargı,” sadece basit bir aşk romanı olmanın ötesinde, günümüzde yaşadığımız toplumsal sınırlamaları derin karakter değişimleriyle farkındalık yaratan etkileyici bir eserdir. İnceleme Sadece filmi işlemekte kalanlar bu romanı yanlış yorumlayabilirler. Bu, basit bir fakir kız ve zengin adamın aşk hikayesi değildir. Jane Austen’ın sözlerinin ince detaylarında çok mana saklıdır ve her okuduğunuzda mutlaka farklı bir ince nokta keşfedeceksiniz. Karakterlerinin gurur ve önyargılarını tepkilerinde, kullandıkları kelimeler arasında ve önemsiz görünen tercihlerinde görmeye başlayacak, zamanla nasıl değiştiklerini de fark edeceksiniz. Aşk romanlarından kaçanlara sesleniyorum. Bu hikaye, iki insanın önyargı içeren bakış açısından kurtulması için bir vesile olan aşkı saklıyor. Şimdi, aşk romanlarını heyecanla arayanlara sesleniyorum. Elizabeth ve Darcy’de, hatta Bingley ve Jane’de, günümüzde roman ve filmlerde eksik olan aşkı bulacaksınız. O, sizi ansızın yakalayan bir tufan gibi – aniden kendinizi bu fırtınanın içinde bulacaksınız, ama o fırtınadan çıkmak istemeyeceksiniz. “Her şeyi başlatan saati ya da yeri ya da bakışı ya da sözleri ayırt edemiyorum. Çok zaman önce. Başladığımı anlamadan ortadaydım.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Momo

Momo Dilara Özdemir Ekim 15, 2023 Kitap Özeti Hayatta en tehlikeli şey gerçekleşmemiş hayallerdir diyor yazar Michael Ende. Büyük bir şehir kentinin tiyatrosunda yaşayan küçük kız çocuğu Momo, hayal dünyası ve yetenekleriyle beraber bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta zamanları, zaman ötesi dünyaları ve insanların yaşadığı kayıplardan bahseder. “Zamanım bol” diye başladığınız her sözün aslında gerçekten bol olup olmadığını masal yoluyla anlatan bir kitap. Yazarın Biyografisi Almanya’da 12 Kasım 1929 tarihinde doğan Michael Ende, savaş sonrası dönemin en başarılı Alman yazarlarından biriydi. Dünya genelinde 40 farklı dilde 20 milyonun üzerinde kitap sattı ve eserleri sinema filmlerine, tiyatro oyunlarına ve operalara uyarlandı. Küçük bir çocukken, babasının sanat eserlerinin sürrealist doğasıyla büyüdü ve resimleri kadar renkli bir hayal gücü geliştirdi. Ende’nin hayal gücü, edebiyatına yansıdı. Şiir, öykü ve romanlar aracılığıyla, okuyucularını dünyayı yeni yollarla görmeye ve deneyimlemeye yönlendirmeye çalıştı. Her bir eseri, dünyanın gizli mesajlarını keşfetmek için atılmış bir adımdı. 28 Ağustos 1995 tarihinde aramızdan ayrıldı, ancak genç ruhların kalplerinde bir miras bıraktı ve hikayeleri yaşamaya devam ediyor. Ödüller 1974’te Deutscher Jugendliteraturpreis, Alman Gençlik Edebiyatı Ödülünü kazandı. Kitabın İncelemesi Zaman göreceli bir kavramdır. Bazen bir saatte otuz tane iş hallederken, bazen de bir bakarız altı saat geçmiş ama biz hiçbir şey yapmamışız.  Zaman göreceli olduğu kadar aynı zamanda bir ilüzyon gibi bize geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda gösterebilir. Sonuçta, geçmiş bir anıdan ibarettir, gelecekse tamamen bizim kafamızda kurduklarımızdan… Ortada sadece şimdi vardır ve o bile akıp giderken bir anda geçmiş olur. İşte bu yüzden kitaptaki “her şeyi aynı anda yapamama” olayı çok önemlidir. Kaldırımları süpüren adam kıza neden sadece bir sonraki adımını düşünmesi gerektiğini anlatırken, eğer bütün sokağı düşünürse, daha henüz başlamadan yorulacağını söyler. Bu da tam olarak bizim günlük hayatta henüz olmamış, belki hiç gerçekleşmeyecek olaylar için sabrımızı dağıtmamıza benzer. Eğer sadece şimdiki adımımızı düşünürsek, kitaptaki adamın dediği gibi hem yorulmamış oluruz, hem de işimizi severek ve zevk alarak yaparız. Sonuçta bu hayattaki en önemli şeylerden biri de yaptığımız her şeyi aşk ve şevkle yapmaktır, çünkü hayattan ancak öyle lezzet alabiliriz. Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Eylül Kütüphanesi

Eylül Kütüphanesi Betül Tosun Eylül 15, 2023 Beyaz Geceler  Fyodor Dostoyevski “Bakın diyor insan kendi kendine, bakın dünya ne kadar soğuyor. Birkaç yıl daha geçecek ve onların ardından kasvetli bir yalnızlık gelecek; sonra gelecek yaşlılık solgunlaşacak, hayalleriniz solup ölecek ve ağaçlardan düşen sarı yapraklar gibi dökülecek.” Özet Yalnızlıkla ve kendi hayal dünyasıyla yolculuğunu anlatan Dostoyevski; bu kitapta birbirinden eşsiz gözlüklerle bize aşkı, yalnızlığı, ve beklemeyi anlatır. Rusya’nın St. Petersburg şehrinde yer alan hikaye ana karakterin herkesten ve herşeyden soyutlaştırılmış, dünyayı bir tek kendi zihin dünyası ile tanıyan, uçan kuşları bile renkler ahengi ile manalaştıran genç adam, gerçek hayata hayalindeki genç kızla tanıştığında gözlerini açar. Yıllardır kimseyle hiç bir iletişimde bulunmamış genç adam tanıştığı kızla beraber hayatın bir tek renkten ibaret olmadığını anlar. İnceleme Biz insanlar çok fazla isteyen ama istediğimiz kadar da vermeyen varlıklarız. Dostoyevski benim en sevdigim yazarlardan biridir. Bu kitabı ilk okuduğumda beni en çok kitaba çeken unsurlardan biri de yalnızlık idi. Yalnızlık deyince bir çocuğumuz belki korkuyoruz, bazılarımız çok seviyoruz, ve hatta ne yazık ki bize öğretilen bir şekilde tanımlıyoruz ama bu kitapta öyle olmadığını anladım. Sadece kendimden değil aynı zamanda çevremden de bir çok şey buldum. İnsanın duygularını, dünyayı nasıl anlamlardığını fark ettim ve tabii ki de her zaman bir şeylere karşı yenildiğini. “Kalbim konuşurken nasıl susacağımı bilmiyorum.” Acımak Reşat Nuri Güntekin “Belki çocukça bir fikirdir, felsefe kitaplarında yeri yoktur ama, ben, saadeti ikiye ayırırım: başkalarından alınan saadet, başkalarına verilen saadet. Benim için hakikî saadet başkalarına verilen saadettir.” Özet Çocukken yaşadığı olaylardan dolayı çok sert bir kişiliğe sahip Zehra Öğretmen, babasını sevmediğinden ötürü ölüm döşeğinde olsa bile gitmek istemez. Israrlara daha fazla dayanamayıp gittiğinde de ancak babası öldükten sonra yetişir. Hayatı boyunca babasından nefret ederek büyümüş olan Zehra Öğretmen, yetişemese de yine de üzülmez. Ama babasının hatıra defterini bulduğunda ona karşı olan bütün duygu ve düşünceleri değişir. Zehra Öğretmen, babasının hayat hikayesini okuduktan sonra annesini, babasını ve anneannesi hakkındaki gerçekleri öğrenir ve hayatı boyunca aslında hep yanlış kişiyi suçladığını farkeder. Çok pişman olur ama son pişmanlık fayda vermez. İnceleme Çok zor tuttum kendimi her şeyi yazmamak için ama benim okurken aldığım etkiyi alabilmeniz için detayları bilmemeniz gerekiyordu. Her sayfasında tekrar tekrar şok olarak okuduğum, “hadi canım bunu da yapmamışlardır” dediğim, içimin sızladığı, okurken acımak hissiyle dolduğum bir romandı. Kitap, hiçbir şeye tek bir kişinin perspektifinden bakmamayı, başkalarını da dinlemenin ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Gerçeğin aslında sizin düşündüğünüzden çok farklı olabileceğini anlatıyor. Zaman, insanı hiç düşünemeyceği kadar değiştirebiliyor ve son pişmanlık fayda vermiyor… “Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek, onunla beraber gülüp ağlamak, ıstıraplarını paylaşmak demekti.” Monte Cristo Kontu (The Count of Monte Cristo) Alexandre Dumas, Auguste Maquet “Bu dünyada ne saadet vardır, ne de bedbahtlık. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimsenin en büyük saadeti hissetmeye gücü yeter.” Özet İşlemediği bir suç nedeniyle hapse atılan Edmond Dantès, soğuk ve kasvetli If Kalesi’ne kapatılır. Orada, Monte Cristo Adası’nda gizlenmiş büyük bir hazine hakkında bilgi edinir. Sadece kaçmakla kalmaz, aynı zamanda bu hazinenin peşine düşer ve haksız yere hapsedilmesinden sorumlu üç adamı yok etmek için plan yapar. Dantes, ilahi adalet ile beşeri kin arasındaki sınırları bulanıklaştırarak intikamın peşine düşer. Alexandre Dumas’ın acı ve aşk dolu hikayesi, yaşanan gerçek bir haksız tutuklanma olayından esinlenmiş olup 1840’larda seri olarak yayınlandığında büyük başarı elde etmiştir. İnceleme Hakkını yiyenlere, hayatını alt üst edenlere hukukun müdahale etmediği yerde nasıl davranırdın? Edmond Dantès, bu soruyu karmaşık entrikalar, hayal edilemez zenginlikler ve keskin duygularla cevaplar. Acımadan, ilahi adaleti yerine getirmeyi kendine vazife kılar ve başarılı olduğu gibi hatalarıyla da insanlığını hatırlar. Aşk, sadakat ve insaniyet dediğimiz şeylerin saflığı kadar nasıl kirlenebileceğini kitapta çok net gördüm. Tabii aynı zamanda Monte Cristo Kontunun karakter yapısına hayran kaldım. Yaşadığı acılarla, külle beraber yeniden doğan bir Anka kuşu misali kahraman oldu ve bana hayat için büyük bir ders verdi. “O fırtınaya bakmalısın ve Roma’da yaptığın gibi bağırmalısın. En kötüsünü yap, çünkü ben de yapacağım! Sonra kaderler seni bizim bildiğimiz gibi bilecekler.” (2002 filminden) Alexandre Dumas’ın kalemiyle Napolyon Devrimi dönemi Fransa sokaklarını ve köşklerini farklı gözlerden görmek isterseniz, sizi bu kitabı elinize almaya davet ediyorum. “Bekle ve ümit et…” Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Nar Ağacı İncelemesi

Nar Ağacı Betül Tosun Ağustos 15, 2023 Kitap Özeti Şehirler ve zamanlar arasında geçen bu duygu dolu serüveni, Nazan Bekiroğlu kendi ağzından, muhacir dedesinin I. Dünya Savaşı sırasındaki macerasını kaleme alıyor. Anlatıcı, masasından kalkmadan, çayı soğumadan, büyükannesi Zehra ve dedesi Setterhan’ın fotoğrafına baktıkça geçmişte bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk onu, Balkan Harbi’inden 1. Dünya Savaşı’na, Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul arası bir sefere çıkarıyor. Bekiroğlu’nun “ilk defa bütünüyle bana ait bir roman. Bu romana müteşekkirim,” diye bahsettiği Nar Ağacı, üç ülke ve üç sevdayı kaleme alıyor.  “Bir arkadaşımın söylediği gibi belki gerçekten böyle olmuştur. Ben olup bitenleri hatırlamışımdır. Buna da inanmak istiyorum” diyor yazar bir röportajında.  Yazarın Biyografisi Nazan Bekiroğlu, 3 Mayıs 1957’de Trabzon’da doğmuştur. Lisenin sonuna kadar Trabzon’da okuduktan sonra 1979’da Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiştir. Dört yıl lise öğretmenliği yaptıktan sonra 1985’te KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girmiştir. 1987’de Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını Orhan Okay’ın yönetiminde tamamlamıştır ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. 1995’te Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent olmuştur. 1998′den itibaren aynı fakültedeki Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu, 4 Mayıs 2001′de profesör olmuştur. Kitabın İncelemesi “Yazıya düşen hiçbir şey ateşini olduğu gibi yansıtmıyor, her şey yazıya dönüşürken munisleşiyor.” Düşüşün etkili bir değişime dönüşebileceğini deneyimleyen Setterhan, İran’ın en önemli halı tüccarlarından Mirza Han’ın oğlu ile birlikte imkansızın da ötesinde bir hayat yolculuğuna yelken açıyor. Yiğit, mert ve dürüst olan Settarhan, dükkanlarında halı dokuyan Azam’a meftun olur. Gözlerine her baktığında kendinden geçişi ve ne yaparsa yapsin kara sevdasını ne kelimelerle ne de herhangi bir şeyle ifade edememesi onu farklı dünyalara sürükler. Sevdasının mutlak bir kurtarıcı olmasını umduğu ama aniden ticaret için kervan yolculuğuna çıkıp mahbubundan ayrılan Setterhan, her ateşin etrafını aydınlatamayacağını, ancak sevda ateşinde kavrulduğunda güneşlerin doğacağını anlar.  “Dünya bir ırmaktı, biz bu ırmaktan dışarıdaydık aslında ve ırmağa düşen sadece gölgemizdi.” Balkan Harbi’nde bütün dünyası değişen ve alt üst olan Zehra, büyük annesi, köpeği ve komşusunun çocukları ile yola çıkar. Çocukluğunu, gençliğini, Trabzon’un denizini ve fırtınasını arkasında bırakır. Çıktıkları bu bilinmez yolda bir çok anı ve hikayeyle karşılaşırlar. Zehra, her geçtiği yolda farklı ırmakların ve denizlerin havasını solur. Kaçış ve sığınışlarının her birinin ardından bir ümitsizlik ve çaresizlik kaplar içini. Oysa ki, atlattığı her fırtına, elinde tutmaya çalıştığı kader iplerini şekillendirip, güzelleştirerek onun hiç ummadığı anda kendisine sunar. Savaş, kendisini denizler ötesinde olan biriyle buluşturur.  “Gör beni.”  Kitabin sonlarında, her iki ana karakter baktıkları dünya ve görecekleri dünya ile karşı karşıya gelirler. Hikaye, birinin aşk yolculuğunda altüst olan hayatı, diğerinin ise savaşın dehşeti ile kaçıp bilinmez bir hayata açılması ile başlar. Yazgılarının kendi ellerinde olduğunu zannederler ama o yazgıların arkasında göremedikleri başka bir şey vardır. Korkuyu, aşkı, belirsizliği, ümitsizliği ve ihaneti barındıran hikaye aslında şunu özetler: “Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?” Evet. Bizler aslında bir tek bize verileni görebiliyoruz. Oysa ki, çoğu zaman gördüklerimiz bizim kendi penceremizde saklı. Sanırım pencerelerimizi açmayı öğrenmemiz gerekiyor. Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan

Temmuz Kütüphanesi

Temmuz Kütüphanesi Betül Tosun Temmuz 15, 2023 Çile Tolstoy “Allah beni 3 hakikati öğrenmem için dünyaya yolladı. Allah’ın bana söylediği ilk soru şuydu: ‘İnsanın kalbine ne hükmeder?’ ve anladım ki insanın kalbine sevgi hükmeder. İkinci soru ise: ‘İnsana ne verilmemiştir?’ İnsana kendi ihtiyaçlarının bilgisi verilmemiştir. Ve üçüncü soru ise: ‘İnsan ne ile yaşar?’ ve anladım ki insanın elinde hiçbir şey olmasa bile Allah sevgisi olsun yeter. Yani insan Allah’a inanmadan yaşayamaz.” Özet Simon adında bir ayakkabı tüccarı, kış gelmeden borçlarını toplamak için köyü gezmeye başlar fakat köylülerde para olmadığı için parayı denkleştiremez ve son kalan parasını bir meyhanede harcar. Çıktığında kilisenin önünde Michael adında çıplak bir adamla karşılaşır ve dayanamayıp onu evine götürür. Simon, Michael’ı yedirir, içirir, giydirir ve dükkanına çırak olarak işe alır. Bir gün zengin bir adam dükkana gelip ayakkabı diktirmek istediğini söyler. Michael adama bakıp gülümser ve bu duruma anlam veremeyen Simon, bir şey demez. Ancak Michael, zengin adama ayakkabı yerine terlik dikince Simon kızar. Kızmasının üzerinden çok geçmeden zengin adamın yardımcısı dükkana gelir ve Simon, Michael’ın neden terlik diktiğini anlar. Benzer bir olay, ikiz kızları için ayakkabı diktirmek isteyen bir kadınla yaşanır. Michael, Simon ve eşine hiç tahmin edemeyecekleri sırrını söyler. İnceleme Listemdeki bir kitabı daha bitirme düşüncesiyle, çok kalın bir kitap bekleyerek almıştım. İnce olduğunu görünce, hemen biter diye düşündüğüm için kendime gülüyorum. Bitmesi uzun sürdü diye değil (sanırım bir gecede bitirmiştim), bitmesini istemediğim için. Hikmeti bilinmediği için saçma gelen, ama nedeni öğrenilince mantıklı gelen olayları duymak hoşuma gidiyor. Gerçek hayatta da böyle olayların fazlalığını düşündükçe, sadece kendi çıkarımlarımla bir yere varamam, tamamını bilmiyorum düşüncesi uyandırıyor insanda. Yukarıdaki alıntı, kitabı özetlerken aynı zamanda insan hayatını da özetliyor. “Şunu sakın unutmayın: tek önemli an vardır, o da şu andır. En önemli an şimdidir… En gerekli kişi o an kiminleysek odur çünkü kimse bir daha başka biriyle görüşüp görüşemeyeceğini bilemez. Ve son olarak yapılması gereken en önemli iş iyilik yapmaktır çünkü insanın dünyaya gelişinin tek amacı budur.” Küçük Kadınlar (Little Women) Louisa May Alcott “Harika bir şey yapmak istiyorum… ölümden sonra unutulmayacak, kahramanca ya da harika bir şey. Ne olduğunu bilmiyorum ama bunun için gözüm açık ve bir gün hepinizi şaşırtmayı niyet ediyorum.” Özet Louisa May Alcott’un sevilen romanı Küçük Kadınlar, nesiller boyunca okuyucuların kalbini fethetmiştir. Amerikan İç Savaşı döneminde New England’ın arka planında geçen hikaye, yetenekli ve bağımsız Jo, kırılgan Beth, güzel Meg ve romantik Amy adlı March kızkardeşleri etrafında dönüyor. Birbirlerine olan bağlılıklarıyla birleşen kızkardeşler, hayatın zorluklarıyla başa çıkmaya çalışıyorlar. Kendi deneyimlerinden esinlenen Alcott, geçmişin zorluklarını ve zaferlerini yansıtan bir anlatı sunuyor. Babası Bronson Alcott, Emerson ve Thoreau gibi etkili yazarlarla ilişkilendiği bir dönemde, Louisa ve kızkardeşleri geleneksel “kadın işi” olarak bilinen dikiş dikme ve ev hizmetçiliği gibi işlerle kendilerini desteklerler. Ancak, Louisa’nın yazma yeteneğini keşfi, onun ve ailesinin yeni kapılar açmasını sağlar. Küçük Kadınlar, sadece bir “feminist kitabı” olarak sınırlı kalmaktan uzaktır; aşk, kayıp, savaş ve barış gibi zamansız temaları ele alır. Kişisel hırs ile ailevi sorumluluklar arasındaki karmaşıklıklara ve hayat biçimlerinin nasıl kalıba sokulmaması gerektiğine odaklanır. Alcott, March kız kardeşlerinin deneyimleri aracılığıyla, her yaştan ve geçmişten okuyucularla rezonans sağlayan dokunaklı ve kalıcı bir hikaye sunar. İnceleme Hayatın farklı dönemlerinde tekrar ele alınıp okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Birbirinden bambaşka bu dört kız kardeşin yolculuğu okuyuculara varlık konusunda farklı kapılar açıyor. Hayatımızda istediğimiz kişi olabiliriz. Günümüzün alışılageldik kalıplarına uymasa da, tamamen sosyal kuralların dışına çıksa da, her insan kendi öz benliğiyle yaşamalı. Sağlıklı aile değerlerini gerçeklikleriyle gösteriyor. Karakterlerin birbirleriyle olan ilişkileri, sevgi ve dayanışmanın önemini vurgularken, bireysel farklılıkların kabul edilmesini de anlatıyor. Ancak bu kitapta en aklımda kalan konulardan biri ise yazı yazma felsefesinin eleştirilmesi. Ne için yazıyoruz? Kimin için yazıyoruz? Anlatmak istediğimizi nasıl anlatıyoruz? Zamanında akım olan korku hikayelerini eleştiren Alcott, yazı yazmanın değerlerine farklı bir bakış gösteriyor. “Fırtınalardan korkmuyorum, çünkü gemimi nasıl yelken açacağımı öğreniyorum.” Mücella Nazan Bekiroğlu “Tüten bir baca kadar hayatı haber veren ne olabilir ki?” Özet Mücella, Cumhuriyet döneminde yaşayan dört kişilik bir ailenin en küçük çocuğudur. Babasını küçük yaşlarda kaybeden Mücella, annesi ve abisi ile hayatına devam eder. Tabii, hayat her zaman istedikleri gibi gitmez. Mücella her geçen yıl daha da büyür ve olgunlaşır; küçük kızdan ablaya, abladan teyze olur. Yaşadığı zor zamanların şartlarına rağmen annesi ile beraber hayata tutunmaya çalışır. İçinde aşkı, hasreti ve unutulmuş değerleri konu alan bu kitapta siz de bir yolculuğa çıkacaksınız. Belki yaşadığınız, belki de hiç yaşamadığınız bir yolculuk. İnceleme Evet, gelelim Mücella kitabının incelemesine; bizi maziye götüren bu nostaljik romana. İlk başta okuduğumda zorlanmıştım çünkü bilmediğim bir zamana yolculuk ediyordum. Ama sonra kitap akmaya başladı. Nazan Hocanın okuduğum diğer kitaplarında olduğu gibi, bu kitabın kelimeleri de kalbime iplik gibi işlendi. Bazen bu ipler kalındı, bazen inceydi. Bazısı karakterlerin gözyaşları ile örülüydü, bazısı ise besledikleri umutla. Farklı bir enerjisi var bu kitabın. Şu ana kadar okuduğum kitaplara benzemiyor. Eğer nostaljik bir hikaye ile yolculuğa çıkmak istiyorsanız bu kitap tam size göre. “Dünya geçimlidir. Boşlukları sevmez.” Arkadaşlarınızla paylaşmak için…​ Diğer Yazılarımıza da Göz Atın​ Şebnem Ferah  Sanat & Kültür Hindistan